30 Ağustos 2018 Perşembe

BİR MUSTAFA KEMAL KLASİĞİ..!

 Atatürk'ün hayatındaki en zor günü 26 Ağustos 1922'dir. Bu tarih Türklerin Anadolu'daki son bağımsız günü olabilirdi. Atatürk de bunun bilincindeydi. Devlet 1911'den beri tam 11 yıldır savaştadır. Tükenmek üzeredir. Tek atımlık barutu kalmıştır. Atatürk 1921'de Sakarya Savaşı'nı kazandı. Fakat ordunun önemli bir kısmı firar etti. Üstelik mevcut subayların çoğu şehit oldu. Yunan ordusu ise Ankara önlerinden çekilip Afyon-Eskişehir eksenine İngiliz destekli "muazzam" bir savunma hattı kurmuştu. 

 İngilizler bu savunma hattı için "Türkler 6 ayda geçerse 6 günde geçmiş sayabilirler" diyordu. Savunma hattı o kadar sağlamdı. Atatürk de bunun bilincindeydi. Uzun süre vuruşamazlardı. Savaş uzarsa cephane, erzak, para vs yetmezdi. Batı Anadolu Yunan toprağı olurdu. Bu nedenle düşmanı tek vuruşla imha etmek ve Anadolu'dan atmak gerekiyordu. Atatürk bu iş için riskli bir plan oluşturdu. Ya büyük bir bozgun ya da büyük bir zafer olacaktı. 

 Bu planı sadece üç Mustafa biliyordu: Mustafa Kemal, Mustafa İsmet, Mustafa Fevzi... Yunan ordusu Ertuğrul Bey, Osman Bey, Orhan Gazi gibi tarihi şahsiyetlerin mezarlarını çiğniyor, üç Osmanlı başkentinde Türkleri aşağılıyordu. Meclis savaşmak için Atatürk'e baskı yapıyordu. Fakat Mustafa Kemal, 27 Temmuz'da futbol maçı düzenliyor, Ağustos ortalarında çay partisi veriyordu. Türk'ün savaşı hileli olur. Attila'dan Kılıçarslan'a, Selçuk Bey'den Fatih'e, Timur'a ve Mustafa Kemal'e kadar Türk tarihi, savaşta hileyi sanatçı gibi kullanan komutanlarla doluydu. Futbol maçı ve çay partisi işin hilesiydi. 

 Mustafa Kemal savaşın son hazırlıklarını yapıyordu. Meclis'te Atatürk öyle eleştiriliyordu ki... Bu eleştirileri duyan Yunan ordusu, Türklerin içine düştüğü durumdan keyif alıyor, rahat bir şekilde olan biteni izliyordu. Atatürk'ün istediği de buydu. O, muhaliflerini de hilenin bir parçası haline getirmişti. Savaştan birkaç gün önce, çay partisi verildiği esnada hızlıca Konya'ya geçti. Telgraf ve posta teşkilatı basıldı, kontrol altına alındı. Geldiğini duyurmak mümkün değildi. Oradan cepheye geçti. 

Savaş planı masaya kondu. Paşalardan itiraz eden oldu. Harbiye'nin eski stratejisti Yakup Şevki Paşa itiraz etti. Paşa'ya göre bu delilikti. Kaybetme riski yüksekti. Başarısızlık halinde Ankara düşer, Milli Mücadele kaybedilir, Anadolu tamamen işgal edilirdi. Plana göre cephanenin ikmali mümkün olmayacaktı. Yani kurşun biterse işimiz kılıçlara kalacaktı. Makineli tüfeğe karşı kılıç.. Yakup Paşa buna onay veremiyordu. Haksız sayılmazdı. Atatürk "İkmali düşmandan yaparız" demişti. Yani düşman ele geçmezse imha riski olacaktı. Tartışma uzayınca Atatürk : "uğraşa uğraşa, ancak 1 yılda düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu sefer kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın uygulanmasından başka çare göremiyorum" dedi. Yakup Paşa "Bu planla kaybedersek bize vatan haini derler. Bu meclis bizi asar" diye itirazını sürdürünce Atatürk net konuştu: "Korkmayın paşam. Sorumluluk bana aittir. Kaybedersek beni hemen asarsınız!" 

 Peki ne yapılacaktı? Plan neydi? Esasen Yakup Paşa haklıydı. Atatürk'ün planı ters cepheydi. Taarruzdan bir gece önce ordunun neredeyse tamamı mevzileri terk ederek yer değiştirecekti. Bu durum fark edilirse koca ordu hareketli halde yakalanır ve bir gecede imha olabilirdi. Taarruzdan bir gece önce, 25 Ağustos günü, hava karardıktan sonra ordu harekete geçti. Cepheyi terk ederek, Şuhut dağları arasından, bir patika vasıtasıyla Yunan hattının güneyine sızdı. Kimse fark etmedi. Koca milletin kaderini değiştirecek ordu, koca toplar, silahlar, onca yük, sessiz sedasız şekilde varması gereken yere vardı. 

Sabahın ilk ışıklarından biraz önce bombardıman başlayacaktı. Dakikalar geçmek bilmiyordu. Tan ağarmaya başladığında İsmet Paşa bombardımanı başlatacaktı. Fakat hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Etrafı sis bastı. Toplar kör olmuştu. Bu şekilde bombardıman başlamazdı. Herkes şaşkındı. Hava gittikçe aydınlanmaya ve fark edilme riski yükselmeye başlamıştı. Sis dağılmıyordu. Mustafa Kemal tepedeki karargahından çıktı. Canı çok sıkılmıştı. Sis dağılmıyordu. Yapacağı hiç bir şey yoktu. ‏ Oldukça stresli görünüyordu. Vakit akıp gidiyordu. Bir ara yerinden ayrıldı. Bölgedeki kayalıkların bulunduğu yere gitti. Yalnız başına kayaların arasına girdi. Etraftakiler şaşkındı. Kayalıktan çıkıp yürüdüğü esnada ekipten biri makinesini aldı ve o tarihi anı fotoğrafladı. 

 Havanın iyice aydınlanmaya başladığı saniyelerde sis bir anda dağılmaya başladı. Düşman mevzileri görünür hale geliyordu. Vakit gelmişti. Derhal bombardıman için İsmet Paşa'ya talimat verildi. 26 Ağustos 1922 günü, saat 05:30'da Türk topları sessizliği bıçak gibi yırttı. Cephane kısıtlıydı. Topların mevziyi yok edene dek bitmemesi gerekiyordu. Aksi halde taarruz yapılamazdı. Üstelik ordu dağlık arazide çok ters bir halde kalacaktı. Toplar birbirini ardına ateşlenirken, Mustafa Kemal'in stresi arttıkça artıyordu! ‏ Yaveri ve koruması Yarbay Muzaffer Kılıç onunla birilikte bombardımanı izlerken, Mustafa Kemal'in fısıldadığı cümleleri işitti: "Ya Rab, sen Türk ordusunu muzaffer et. Türklüğün ve Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme" İsmet Paşa'nın bombardımanı bir sanat tablosu gibiydi. 

Yunan mevzileri tam isabet vuruluyordu. Yunan karargahı bu baskını "gerçek taarruzu gölgelemek isteyen kandırmaca" olarak algılamıştı. Asıl hamle doğudan bekleniyordu. Oysa ordu güneydeydi. Hile adım adım işliyordu. İsmet Paşa'nın topları kısa sürede Yunan mevzilerini parçaladı. Sıra Türk askerindeydi. Tepeler birer birer sarılıp ele geçirilmeye başlandı. Bu sırada Yunan karargahı, İzmir'de bulunan Yunan başkomutana erişemiyordu. Çünkü telgraf hatları kesilmişti. 

 Gelen haberler nedeniyle karargahın kafası karışıktı. Güneydeki baskın gerçek bir taarruz muydu yoksa şaşırtmaca mıydı karar verilemiyordu. Komutan Trikupis her ihtimale karşı birlik kaydırmaya başladığı sırada Yunan başkomutandan telgraf geldi. Başkomutan Hagi Anesti, baskının bir şaşırtmaca olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle birlik kaydırma hamlesi durduruldu. Bu esnada Türk ordusu bölgeyi iyice ele geçirmeye başladı.  Yunan başkomutan İzmir'deydi. Ama Türk başkomutan bizzat cephedeydi! Ertesi gün, hava ağarırken ikinci bir taarruz gerçekleşti. Türk askeri Afyon'a girdi. Mustafa Kemal, karargahını derhal Afyon'a aldırdı. Savaşın içinde olmak istiyordu. Taarruzun adı "Kurt Kapanı" idi. Fevzi Paşa'nın planı sayesinde Yunan ordusu gitgide kuşatılıyordu. Yunan ordusu geri çekilmeye başladı. Yunan karargahı hileyi geç de olsa tamamen sezmiş ve tüm ağırlığı güneye kaydırmaya başlamıştı. 

 Bu defa Yakup Şevki Paşa kuzeyden taarruza kalkmış ve Yunan ordusunu şaşkına çevirmişti. Ağustos'un 29. günü Türk ordusu Yunanı Dumlupınar'da çevreledi. Düşman kurt kapanına girmişti. Türk askeri süngü hücumuna kalktığı esnada Atatürk adeta sinir boşalması yaşadı. Ateş hattına gitti. Siperlerin üzerine çıktı ve: "Hagi Anesti, gel de ordularını kurtar!" diye haykırdı! Ağustos'un 30. günü Yunan ordusu imha edildi ve kaçmaya başladı. Fakat ordunun geri çekilip mesafeyi yeniden mevzilenmemesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk o tarihi emrini verdi: "Ordular, İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri..!" Ağustos'un 30. günü kovalamaca başladı. İzmir'e 400 km vardı. Asker yorgundu ama emir kesindi. Önce Uşak'a girildi. Akabinde Yunan ordu komutanı Trikupis, 2 Eylül'de esir alındı. Mustafa Kemal de orduyu takip ediyordu.


Ağustos'un 30. günü kovalamaca başladı. İzmir'e 400 km vardı. Asker yorgundu ama emir kesindi. Önce Uşak'a girildi. Akabinde Yunan ordu komutanı Trikupis, 2 Eylül'de esir alındı. Mustafa Kemal de orduyu takip ediyordu. 

Türk ordusu 400 km'lik hattı 9 günde geçerek harp tarihi açısından emsali görülmemiş bir iş yaptı. 2 Eylül'de Eskişehir'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de Manisa'yı geri aldı ve 9 Eylül'de İzmir'e girdi. Yunan'ı denize döktü! 

 Türk askerinden hemen sonra, 10 Eylül günü Mustafa Kemal İzmir'e girdi. Tüm Anadolu bayram ediyordu! 

İzmir kurtarıldıktan kısa süre sonra, bir gemi limana yanaşıyordu! Mustafa Kemal taarruzdan hemen önce Fethi Bey'i İngiltere'ye göndermiş, sorunu savaşsız çözmenin çarelerini aramakla görevlendirmiş, fakat işe yaramayınca önce Roma'ya akabinde İzmir'e geçmesini emretmişti.

 Fethi Bey de, "Herhalde Yunan ile yeni görüşmelere başlayacağız, zaten Yunan başkomutan da İzmir'de, o yüzden oraya gönderiyor" diye kafası karışık bir şekilde emri kabul etmişti. 

Fakat Mustafa Kemal Fethi Bey'i Yunan'ın Smyrna'sına değil Türk'ün İzmir'ine çağırmıştı. Fethi Bey'in gemisi limana yanaştığında, limanda Yunan değil Türk vardı. Atatürk İzmir'e Fethi Bey'den önce varmıştı! 35'e selam olsun! 

Bir kaç gün sonra Atatürk ve diğer paşalar Kordon'daki Kosti'nin meyhanesine gider. Manzaralı masaya geçilir. Atatürk "Hagi Anesti burada rakı içti mi" diye sorar! Hayır içmediler diye cevap verilir. Atatürk cevap verir: Madem rakı içmeyecekti, ne halt etmeye İzmir'e geldi!

28 Ağustos 2018 Salı

Faturayı kim ödeyecek by @mmkubilay M.Murat Kubilay

1.Ekonomik krizin bir nedeni ve bir de sonucu var. İlki reel sektörün döviz borcu ikincisiyse o borcun nihayetinde vatandaşlara ödetileceği. Süreci anlayabilmek için şu soruları cevaplamak gerek: Nasıl borçlanıldı, kimler borçlandı, neden borçlandılar, borcu kimler ödeyecek?

2.Bu yazıda tüm bu sorular birçok istatistikle açıklanacak ancak herkesin anlayabilmesi amacıyla mümkün suret günlük hayattaki jargon kullanılacak. Hemen ekleyeyim bol görselli bu bilgiseldeki istatistikler Hazine, TCMB (Merkez Bankası), TÜİK, ÖİB ve BDDK kaynaklıdır.


3.Türkiye’nin gün geçtikçe dış borç batağına sürüklenmesinin bir nedeni var; cari açık. Cari açık en basit ifadeyle yurt dışından satın aldığınız mal ve hizmetlerin yurt dışına sattıklarınızdan fazla olması demek. 2002’den beri verilen toplam cari açık 580 milyar dolar.


4.Bu derece büyük cari açığı verebilmek için ya dövizinizin olması ya da döviz cinsi dış yatırım almanız gerekir. Peki Türkiye bu dövizi nasıl buldu? 2002 sonrasında Türkiye’ye yaklaşık 157 milyar dolar doğrudan yatırım olarak gelmiş.

5.Uluslararası finansın en tatlı kısmı olan bu yatırımlar yabancıların yeni fabrika kurulup istihdam yaratılması şeklinde açıklanıyor. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) verilerine göre 2003 sonrasında 61 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış.


6.Kimisinde alıcı firma yerli olsa da Petkim, Tekel ve Türk Telekom gibi birçoğunun yabancılara satıldığını biliyoruz. Üstelik bu rakama yerli özel sektörün yabancı özel sektöre sattığı şirketler dahil değil. Örneğin Eczacıbaşı veya Garanti Bankası kimin?


7.İlki Çeklerin ama onlar da Fransızlara sattı, ikincisi ise İspanyolların. Özetle gelen paranın kayda değer kısmını ifade eden doğrudan yatırımlar yeni bir yatırımdan öte kurulu olanların satın alınması şeklinde gerçekleşmiş.


8.Dış finansman olarak gelen paranın aslan payı ise spekülatif portföy yatırımları (hisse senedi ve tahvil) ve diğer yatırımlar (ticari kredi ve mevduat) olmuş. Bu süre zarfında bu iki yatırımın büyüklüğü sırasıyla 166 ve 284 milyar dolar.


9.Bir de kaynağı belirsiz veya istatistiksel ölçüm hataları sonucu kaydedilememiş 48 milyar dolarlık para girişi var. Bu derece büyük miktarın ne derece istatistiksel hata ne derecede de kayıt dışı giriş olduğunu okuyucuların takdirine bırakıyorum.


10.Özetle Türkiye tasarruf yoksunu bir ülke olarak hızla büyümek istemiş, gerekli dış finansmanı yurt dışından çoğunlukla BORÇ yoluyla karşılamış ve bu esnada devasa büyüklükte cari açık vermiş. Peki bu önermeyi teyit edebilir miyiz?


11.Türkiye’nin brüt dış borç stoku aşağıdaki görselde bulunuyor. 467 milyar dolar toplam dış borç var. Bu borç Türkiye’yi oluşturan tüm unsurlara ait; örneğin merkezi yönetim, yerel yönetimler, TCMB (merkez bankası), ticari bankalar, reel sektör ve vatandaşın hepsi dahil.




12.Aynı zamanda döviz cinsi varlıklarımız da var. Hazine verilerine göre dış borç ve varlıklar netleştirildiklerinde geriye kalan 303 milyar dolar dış borç. Mart 2018 itibarıyla olan bu borcun dolar kurundaki hızlı sıçrama sonucu daha da artacağını söylemek gerek.

13.Bu borç ne zaman yaratılmış? Aralık 2002’den (131 milyar dolar) ve Mart 2018’e (467 milyar dolar) kadar olan süre içerisinde AKP iktidarı tüm ülkeyi 336 milyar dolar borçlandırmış. Net borç da 2002’den bu yana 89 milyar dolardan 303 milyar dolara çıkmış.


14.“Borç artmış artmasına ama ekonomimiz de büyüdü borç oranımız artmamıştır” diye şüpheyle yaklaşanlar Hazine tarafından hazırlanmış aşağıdaki görsel neticesinde rahatlıkla ikna olacaklardır. Brüt borç seviyesi neredeyse 2002 yılına yaklaşmış. Tabi bu hesapta son 3 ay yok.


15.Birkaç ay içinde güncellenecek verilerle “Türkiye’yi borç batağından devraldık” diyenlerin aynı batağa geri soktuklarına dair hiçbir şüphe kalmayacak. Ek olarak yine Hazine tarafından hazırlanan “net” dış borcu da aşağıya ekleyelim.

17.Diyebilirsiniz ki “henüz krizden sonraki 2002 yılındaki kadar kötüyüz, daha kötüsü olmaz, endişeye mahal yok”. Öyleyse dolar kuru yukarı fırladıkça dolar cinsi borcumuzun yukarı sıçradığını ancak dolar cinsi GSYH’mizin her geçen gün çakılacağını belirtmeliyim.

18.Keşke bu kadarla kalsaydı çünkü hatırlatmam gereken bir nokta daha var. 2008 yılında TÜİK GSYH güncellemesi yapmıştık; yani “ekonomimiz zaten olduğundan büyükmüş de biz yanlış hesaplıyormuşuz” demiş ve bir gecede %32 büyümüştük!


19. 2016’da ise benzer bir şekilde %19 oranında yine “bir gecede” büyümüştük. Toplam etkisi yaklaşık %50 olan bu iki güncelleme olmasaydı brüt dış borç oranı %80, net dış borç oranı ise %52 ile şu anda çoktan rekor kırmış olacaktı.


20.Sıradaki sorumuz şu: kim bu kadar borçlanmış? Bankalar kanunları (çok doğru bir kanun) gereği döviz pozisyonlarını büyük ölçüde kapatıyorlar. Yani bankalar döviz cinsi kredi verseler de yaklaşık aynı düzeyde döviz cinsi fonlamayı sağlayıp neredeyse 0 hale gelebiliyorlar.


21.Vatandaşın 2009’daki düzenleme neticesinde (çok doğru bir karardı) bankalar yoluyla döviz cinsi borçlanmasının önüne geçildi; kısacası eşe dosta dolar cinsi borçlananları ihmal edersek vatandaşın da nette döviz cinsi borcu yok. Öyleyse borçlu ya devlet ya reel sektör.

22.Bu görsel kamu kesiminin net dış borcunun GSYH’ye oranı gözüküyor. Bu rakamlara merkezi yönetim, yerel yönetimler ve TCMB’nin döviz rezervlerinin dahil edildiğini belirtelim. Açıkça görüleceği üzere kamunun dış borçlanması için endişelenecek bir durum şimdilik yok.

23.Ancak aşağıdaki görselde belirtildiği üzere kamunun da çok fazla şımarma fırsatının olmadığını, borçlarının %42,1’inin döviz cinsi olması nedeniyle dolar kuru sıçradıkça borçluluğunun artabileceğini vurgulayalım. Ya reel sektör?

24.Reel sektör ise 16 yılda 325 milyar dolar döviz cinsi borçlanıp karşılığında 108 milyar dolarlık döviz varlığı kazanabilmiş; bunun neticesinde de döviz borcu içine düşmüş. TCMB’ye göre reel sektör “net” dış borcu 217 milyar dolar. Peki bu vahim tablo neden ortaya çıkmış?



25.İlk neden borçlanma ile yapılan yatırımların hatalı döviz kuru varsayımına dayanması. Özellikle 2013 yılına kadar doların uzunca yıllar yatay seyir izleyeceği düşünülmüş. Düşük getirili projelerin bile neredeyse 0 faizli döviz cinsi kredilerle kârlı olacağına inanılmış.

26.İş dünyası basiretli davranamamış. Bu öngörüsüzlükte hükumetin açıkladığı orta vadeli planlarda yer alan gerçek dışı tahminlerin de etkisi büyük. Bir diğer nedense patronların elde edilen yüksek kârları temettü (kâr payı) ödemesi yoluyla şirketten çıkartıp cebe atmaları.


27.İkinci olarak şirket kârlıyken parayı şirkette tutup zorlu günlere karşı sermayeyi güçlendirmek yerine; patronlar şirketlerin içini boşaltmış. Dolar sıçradıkça borçluluk artınca şirketi ayakta tutabilmek için şirketlerini daha da borçlandırmışlar. Peki bu borcu kim vermiş?


28.Bu görselde TBB (Bankalar Birliği) verilerince 2002’den 2017’ye kadar kamu bankalarının (86 katına çıkmış) ve özel bankaların (31 katına çıkmış) kredi gelişimlerini bulabilirsiniz. 2013 sonrasında kamu bankaları kredi hacminin özel bankalara kıyasla çok daha fazla artmış.


29.Üstelik kamu sermayeli banka sayısı yalnızca 3 olmasına rağmen. İşin aslı ekonomi bozuldukça reel şirketler özel bankalardan kredi alamamış; seçimler nedeniyle ekonomi çökmesin denerek kamu bankaları geri ödenmeme riskine rağmen milyarlarca doları reel sektöre akıtmış.


30.Üçüncü nedense özel sektörün borçlanmasının kamunun mega projeleri (Kamu-Özel İş birliği, KÖİ) kaynaklı olması. Devlet bazı mega projeleri kendi üstlenmek yerine özel sektöre yaptırmaya karar veriyor ve bu tercihinden ötürü satış miktarı veya fiyatı garantisi veriyor.


31.Devlet ayrıca yatırımı yapacak olan özel sektörün borçlarına Hazine garantisi veriyor; çünkü bu ihaleleri alan çoğunlukla hükumete yakın sermayenin dış dünyada bir itibarı bulunmuyor. Bunun ardından özel sektöre yabancı bankalar bir anda kredi musluklarını açıyor.


32. 2013’teki kanun değişikliği ile KÖİ projeleri için özel sektörün aldığı dış borçların koşullar oluşması halinde (iflas gibi) Hazine’ye devredilmesinin önü açılıyor. Özellikle 2013’ten sonra yaşanan kredi artışında bu durumun etkisi büyük.

https://t.co/dOHDNogD8K

33.Peki tüm bu borcu kim ödeyecek? Reel sektördeki az sayıda firmanın gittikçe yükselen kur ve artan faiz ortamında elde ettikleri TL gelir ile bu borcu kapatabileceğini söylemek hayal olur; çünkü başarabilselerdi daha uygun koşulların olduğu bugüne kadar yapmış olurlardı.


34.Bu nedenle bu şirketler artan maliyete rağmen çoğunlukla borcu borçla döndürmeye devam edecekler. Krediyi kim verecek? Biraz önce belirttiğimiz gibi devreye yine kamu bankaları girecek; en başta Ziraat Bankası borç yükünü üstlenecek.


35.Zaten borcun önemli bir kesiminin Hazine garantili olduğunu, yani reel sektör ödeyemediğinde otomatik olarak devlete kalacağını biliyoruz. Ancak ötesi de var. Bankacılık sektörü ekonominin en merkezinde yer alır ve iflası halinde tüm ekonominin dağılmasına yol açar.


36.Şu an için Türkiye’de iflas edebilecek durumda olan hiçbir banka yok; fakat reel sektör firmaları iflas ettikçe oluşan zararın banka sermayelerini tüketeceğini biliyoruz. 2000-01 krizinde batık şirketlerin yükü önce bankalara, bankalar taşıyamayınca da kamuya kalmıştı.


37.“Batmasına izin verilemeyecek kadar büyük” bankalar (too big to fail) nedeniyle kredi borçları Hazine’ye kalmış olacak. ABD ve AB’de de örnekleri yaşanan banka kurtarma ve ekonomi istikrar programları çerçevesinde özel sektörün borcunun büyük bir kısmı kamusallaştırılacak.


38.Özetle borcu kimin ödeyeceği sorusunun cevabı: devlet, yani vatandaş. Bunun meşrulaştırılmasında da IMF kullanılacak; hani birtakım ekonomistin Türkiye’ye tavsiyede bulunduğu kurtuluş meleği. Peki IMF Türkiye’de neden kurtarıcı olarak görülüyor.


39.Yaygın kanıya göre ekonomideki kötü gidişatın tek nedeni hükumetin israfı ve yanlış politik kararları. IMF çıpası olması halinde hükumet ayağını yorganına göre uzatacak ve gerekli “yapısal” reformları tamamlayıp IMF’den uygun maliyet, miktar ve vadede finansman elde edecek.


40.Ancak unutulan kısım IMF’in borçluyu değil alacaklıyı kurtarmak amaçlı fonksiyona sahip olmasıdır. Bu nedenle IMF programı ile israflar azaltılsa da ötesinde devletin asli fonksiyonları olan sosyal hizmetler de kemer sıkma politikası neticesinde zayıflatılacak.


41.Reel sektörün borç yükü kamuya aktarılacak; çünkü IMF kredi anlaşmalarını özel bankalar veya büyük şirketlerle değil, devletlerle yapar. IMF kredisi banka borçlarının ödenmesine tahsis edilir, devlet de IMF’ye borcu geri ödeyebilmek için kemer sıkar ve bedeli vatandaş öder.


42.Peki vatandaşın parası var mı ki de bu borcu üstlenebilsin? Bu görselde TCMB tarafından hazırlanan 2018 Mart ayına ilişkin hane halkının sahip olduğu finansal varlıklar bulunuyor. Vatandaşın yaklaşık 1,254 trilyon TL finansal varlığı bulunmakta.


43.Hemen borç tarafına da bakarak net resmi çizmeye çalışalım. Aşağıdaki görsel hane halkı finansal yükümlülüklerini gösteriyor; vatandaşın ilgili tarihteki toplam borcu 575 milyar TL. Vatandaşın kendisine ait olmayan borcu ödeme kapasitesi var görünüyor.


44.Tam bu esnada BDDK tarafından yayınlanan veriler doğrultusunda yapılmış bu habere rastlıyoruz: TL, döviz veya altın cinsi mevduat sahibi milyoner sayısı yaklaşık 146 bin ve sahip oldukları finansal varlıkların toplamı 954 milyon TL.

https://t.co/nsrWLVK2x6


45.Özetle varlık sahibi olan hane halkı 13 bini yurt dışında yaşayan 146 bin göreli zengin kişiymiş; yukarıdaki zenginlik sıradan vatandaşa ait değilmiş. Teyit etmek için BDDK kaynaklı tüketici kredilerine bakalım.


46.Tüketici kredileri 2004 sonrasında 16,4 milyar TL’den 407,3 milyar TL seviyesine ulaşmış. Yani vatandaş henüz özel sektörün ve bankaların borcu üstüne kalmadan şimdiden varlıktan yoksun, günlük hayatını devam ettirebilmek için rekor düzeyde borçlanmış.



47.Bu nedenle şimdiden bireysel borçluluk içerisindeki vatandaşa bir de reel sektörün borcu yüklendiğinde ödeyebilmek için geleceğini rehin etmesinden başka çaresi kalmayacak. Devletin bize sunduğu sınırlı sosyal hizmetler azaltılırken, vergi yükümüz artırılacak.

48.2010’da IMF ile anlaşmaya oturan ve geçen 8 yılda krizden çıkamayan Yunanistan’ın 2060 yılına kadar AB ve IMF’ye 322 milyar avro borç ödeme taahhüdünde bulunduğunu unutmamak gerek. 2 kuşak boyunca Yunanistan’da insanlar yalnızca hayatta kalmak ve borç ödemek için çalışacak.


49.Son soruyu soralım: tüm bunların siyasi bir sonucu olmayacak mı? Türkiye’de söz sahibi birçok siyasetçi ve siyaset bilimci büyük bir yanılgı içerisinde yaklaşan ekonomik krizi yüksek enflasyon ve birkaç yıllık durgunluk neticesinde artacak işsizlikten ibaret görüyorlar.


50.Yapısal reformlarla ekonominin 2001 sonrasındaki gibi hızlıca ayağa kalkacağı varsayımı yapılıyor; borç yükünün önceki krizlerde olduğu gibi zamanla ödenebileceği yanılgısına düşülüyor. 2020’lerde Türkiye’nin durumunun 1990’lı yıllara benzer olacağı iyimserliği yapılıyor.


51.Şimdiden zorlanan vatandaşın, krizin enflasyon ve işsizlik olarak evlerine girdiğini görmesi ve borç yükü nedeniyle en az bir neslin daha kendine gelemeyeceğini anlaması halinde yaşanacak sosyal patlamalar göz ardı ediliyor, krizin buhranlaşacağı gözden kaçırılıyor.


52.Borçların kamulaştırılmasının bir bedeli mutlaka olacak, o bedel sokağa yansıyacak. Dini ve milli duygular ile her şeye sebat eder denilen vatandaşın tüketim toplumunun getirdiği sabırsızlıkla beklenmedik sürprizler yaratabileceğine hep beraber göreceğiz.


53.Yalnızca bugünkü iktidarının değil; yerine gelecek ve yapısal reformlarla ekonomiyi kurtarmayı hedefleyecek bir sonrakinin de borç yükünün sonuçlarının hissedilmesiyle birlikte yok oluşuna tanık olacağız. Çünkü borç yükü vatandaşa kalıyorsa son söz hakkı da vatandaşın olacak!


54.Türkiye’nin dış borç sorununu ele alan yazının tamamına aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

https://t.co/NQBctAAi6W


Twitter'da Murat Kubilay'ı takip ediniz:

https://twitter.com/mmkubilay/






x

Cürek

Sivas’ın Divriği ilçesine bağlı olan Cürek , Atatürk dönemi Türkiye’sinin çağdaşlaşma hareketinin önemli bir örneği olmuştur. 1938 yılında işletmeye açılan Divriği demir madenlerinde çalışan işçi, mühendis ve idarecilerin iş verimliliği için aileleriyle birlikte, sosyal ve kültürel paylaşım, doğayla bütünleşik bir yaşam, çalışma sahalarına yakın ikamet sağlanması amacıyla 1939-1941 yılları arasında Cürek yerleşkesinin inşası gerçekleştirilmiştir. Tarihçi-yazar Necdet Sakaoğlu, Cürek’i kısaca şöyle anlatmaktadır:

"Site tamamlanıp 1942’de yönetim buraya taşındıktan, memurlar ve işçiler aileleriyle lojmanlara yerleştikten sora Cürek’te kısa zamanda ileri bir sosyal ve doğal çevre oluşmuş; kıraç tepeler yeşeredursun, her birinin tasarımlarında mimari ve estetik kaygılar ön planda olan , bahçeli ev tarzında lojmanları, spor kulübü, tenis kortu, basketbol, voleybol ve futbol sahaları, yüzma havuzu, oyun ve çocuk bahçeleri, meyve bahçeleri, piknik mahalleri, kapalı ve açık sinemaları, elektrik santralı, merkezi ısıtmalı kalorifer tesisatı, ilkokulu, hastanesi, PTT’si, istasyonu, misafirhanesi, işçi pavyon ve pansiyonları, ekonom adı verilen marketi, ayrıca işletmeye ait atölye, garaj, ambar, ahır v.b. tesisleriyle site, modern bir kasaba görünümü almıştır.

Buna koşut olarak Divriği’yle Cürek arasındaki alışveriş ve ailevi ilişkiler de giderek gelişme göstermiş, böylece geçmiş yüzyılların anılarını ve izlerini yaşatan tarihi kentle Cumhuriyet’in armağanı modern site, bir ulusun iki ayrı zamanda başardığı iki farklı uygarlık olarak yan yana gelmiştir. İlerleyen yıllarda yeni tesislerin eklenmesiyle giderek gelişen Cürek’in sönüşü 1980’li yıllardadır. 1984/86 yıllarında konsantrasyon ve peletleme tesisleri tamamlanınca işletme de Divriği’nin batısındaki Selavattepesi’nde inşa edilen yeni merkeze taşınmış; boşalan Cürek’e ise –geleceği konusunda hiçbir tasarı olmaksızın-  işçi aileleri yerleştirilmiştir. Bu bir anlamda Cürek’in tarih mezarlığına terk edilişi ve unutuluşudur.
Kuruluş amacı, organizasyonu, Cumhuriyet’in hedeflediği bayındırlık ve çağdaş yaşantının örnek ortamlarından oluşu, planlanışı, yarım yüzyıla yakın işlevselliği dikkate alındığında Cürek; Cumhuriyet tarihimizin anlamlı yapı taşlarından ve öncülüğünü Atatürk’ün yaptığı Anadolu’yu kalkındırma siyasetinin somut örneklerinden biri olarak asla kaybedilmemesi gereken bir değeri ifade etmektedir.”


1960


Bugün

 İnşaat çalışmalarının tamamlanmasıyla birlikte modern bir yerleşke görünümü alan ve yaklaşık yarım asırlık bir süre zarfında trafik işaretlerinden heykellere, döşemelerden peyzaj elemanlarına kadar neredeyse tüm bileşenlerin hâlâ gözlemlenebildiği Cürek’in Alman mimarlar tarafından tasarlandığı öngörülüyor. Yerleşkenin Bruno Taut, Walter Gropius, Mies van der Rohe, Hans Scharoun ve Otto Bartning gibi ünlü sanatçı, şehir plancısı ve mimarların imzalarını taşıyan modern toplu konut örnekleriyle gerek yerleşim kurgusu gerekse plan düzeni, betonarme yapım tekniği, mimari çözümler ve hatta detaylar anlamında oldukça benzeşmesi de bu öngörüyü destekler nitelikte.

En önemli gözlemlerimden birisi de lojmanlarda görevlerle ilgili bir hiyerarşi olmaması idi. Fabrika müdürü, mühendisler, vasıfsız işçiler, hepsi karma şekilde, aynı boyut, konum ve özelliklere sahip evlerde oturmuşlardı. Evlerin büyüklüğü, aile bireylerinin sayısına göre belirlenmişti. Sosyal yaşamda ast-üst ayrımı yoktu. Bu durum, sağ görüşlü siyasetçilerin bu örnek yerleşkeyi "gomonist yuvası" olarak değerlendirerek boşaltıp unutturmaya çalışmasına yetmiş görünüyor...


 En inanılmazı da altyapıydı. Bir “ısı merkezi”nde yakılan kömür ana kazanlardaki suyu ısıtıyor, yeraltı boru sistemiyle tüm evlerde kalorifer ve musluklarda sıcak su bulunuyordu!!! 1939-41 yapımı merkezi sistem.



Marketin arka cephesi.  Adı da oldukça ilginç "Ekonom"

 Neredeyse 80 yıl önce yapılmış bir madenci yerleşkesi. Tamamen kendi kendine yetebilen bir uydu-kent. İlk-orta-lise, hastane, fırın, market, kültür merkezi (sergi salonu, tiyatro, sinema), araç bakım atölyeleri, spor tesisleri (futbol sahası, basketbol sahası, tenis kortu, yüzme havuzu, tramplen), kafeterya, cami, PTT, 24 saat sıcak su, merkezi sistem kalorifer... vs,vs.... 80 yıl önce... Zenginler için değil, emekçiler için.



Lojman evlerden bir örnek



Lisenin girişi



Hastane binasının bugünkü durumu






29 Ekim kutlamalarına giderken... Yıl 1965.

By: Sinan Polvan

27 Ağustos 2018 Pazartesi

OLGUNLUĞUN KIYMETLİ ZAMANI

Olgunluk tezahür etmeye başladığında, yıllarımı saydım ve bundan sonra, yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim. Kendimi, bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum: Önce büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını bir kez hissedince, şimdi teker teker, tadını çıkararak yiyorum.

 Artık yasaların, kuralların, uygulamaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok. Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen aptal insanlara destek olmak için de zamanım yok. Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam. Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum. Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum. 

 

Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan, onlara ve eserlerine zarar vermeye çalışan şu kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı. Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların kötü sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum. İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık. Öz'ü istiyorum, ruhumun acelesi var. 

Pakette şimdi daha da az şekerleme kaldı.. İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce "oldum" demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum. Asıl olan, yaşamı (yaşamak için) değerli kılmış eylemlerinizdir. Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla çevrili olmak istiyorum. 

Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu yaşamak için acelem var. Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Şimdiye kadar yediklerimin hepsinden çok daha nefis olacaklar. Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve yaşamdan da tatminkâr olmaktır. Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her hâlukarda oraya varacaksınız.”

Mario de Andrade

26 Ağustos 2018 Pazar

İstanbul tarihinden ve tarihi aşklardan bir portre:

Türkiye'nin ilk kadın heykeltıraşlarından biriydi Mari Gerekmezyan. 

Ermeni asıllıydı. Güzel Sanatlar Akademisi'nin başarılı misafir öğrencilerinden biriydi. Okulda ünlü ressam ve şairlerden bir asistana aşık oldu. Üstelik de evli bir asistana. Delice sevdiler birbirlerini. Dillere düştüler. Sevdiği adamın büstünü yaptı. Ünlü ressam da onun portrelerini çizdi. Günlerce aylarca büyük bir aşk yaşadılar. Birbirlerine seranat yaptılar. Mari'nin kaşı, gözü gibi bahtı da karaydı.. Ailesi ve Ermeni toplumu onu terketti. Bir vebalı gibi yalnızlığa itildi. Dönemin basını, Ermeni olduğu için Ankara’daki Resim Heykel sergilerinde üst üste aldığı ödüllerde adını bile geçirmedi. Buna rağmen sevgilisini hiç terketmedi.. Ta ki hastalanana kadar.. 1947 yılında tüberküloza yakalandı. İstanbul Alman Hastanesi’ne yatırıldı. Durumu ağırdı. Antibiyotik gerekiyordu. Ama II. Dünya Savaşı yeni bitmişti. Ülkede ilaç yoktu, antibiyotik alacak parası da... Ünlü ressam sevgilisini kurtarmak için tablolarını sattı. İlaç bulmak için her yolu denedi.. Şiirler karaladı ama olmadı. Mari Gerekmezyan 1947 yılının 12 Ekim'inde 37 yaşında hayata gözlerini yumdu.. 

 Aradan 2 yıl geçmişti. 1949 yılının bir ilkbahar günüydü. İstanbul Büyük Kulüp'te bir toplantı vardı. O gece Büyük Kulüp'tekiler özel konuk olan Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını istediler.. Bedri Rahmi ayağa kalktı. Şiiri okumaya başladı. Ama gözyaşlarını tutamadı. Bir yandan mısraları söylüyor, bir yandan sular seller gibi ağlıyordu. Gözyaşlarına mendil yetmiyordu.. "

Karadutum, çatal karam, çingenem.. Nar tanem, nur tanem, bir tanem.. Ağaç isem dalımsın salkım saçak.. Petek isem balımsın ağulum.. Günahımsın, vebalimsin. Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan.. Yoluna bir can koyduğum.. Gökte ararken yerde bulduğum.. Karadutum, çatal karam, çingenem.. Daha nem olacaktın bir tanem.. Gülen ayvam, ağlayan narımsın.. Kadınım, kısrağım, karımsın. Sigara paketlerine resmini çizdiğim, Körpe fidanlara adını yazdığım, Karam, karam Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam. Sıla kokar, arzu tüter, Ilgıt ılgıt buram buram. Ben beyzade, kişizade, Her türlü dertten top yekun azade.. Hani şu ekmeği elden suyu gölden. Durup dururken yorulan Kibrit çöpü gibi kırılan Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum Netmiş, neylemiş, nolmuşum Cömert ırmaklar gibi gürül gürül Bahtın karışmış bahtıma çok şükür. Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum Karam, karam Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam.. Sensiz bana canım dünya haram olsun."

 Bedri Rahmi'nin hemen yanında eşi Eren Eyüboğlu oturuyordu. Ama hiç tepki vermiyordu. O da herkes gibi bu şiiri ona yazmadığını biliyordu. Bedri Rahmi'nin "Karadutum, çatal karam, çingenem" diye seslendiği kadın, 2 yıl önce ölen Mari Gerekmezyan'dı. Mari öldükten sonra Bedri Rahmi'ye dünya haram olmuştu. Öyle ki, yıkılmışlığını dizelere dökmüştü.. "Türküler bitti, Halaylar durdu, Horonlar durdu.. Hüzün geldi başköşeye kuruldu, Yoruldu yüreğim, yoruldu." Bedri Rahmi ardından kendini içkiye vurdu. “Türküler bitti/ halaylar durdu/ horonlar durdu/ al damar, mor damar, şah damar sustu” diye yazdı sevdiğinin ardından... “Karadut”u defnettikten sonra gözyaşları içinde eşine döndü. Eren, onu sevgiyle bağrına bastı, teselli etti. İçkiden uzaklaşsın ve sanatına dönsün diye zor döneminde hep yanında oldu, yatıştırdı. Ancak yaşadıkları “Karadut” parantezini ikisi de unutamadı. Ne yapsa nafileydi. Mari gitmiş, ama aşkı bitmemişti. Eren, o günden sonra Paris’e yerleşmeye karar verdi. Bir süre ayrı yaşadılar. Sonra yeniden buluşup yıllar yılı birlikte sanat ürettiler. 

Bedri Rahmi, 1974’ün bir Eylül günü, 63 yaşında hayata veda etti. Cenazesinden sonra Eren eve geldi. Artık 35 yaşına gelmiş oğlu Mehmet’i karşısına oturttu ve dedi ki: ““Babanı uğurladık, ama şunu bilmeni istiyorum ki, ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi hiç unutmadım. Hiçbir kadın aşağılanmayı kabul etmez. Buna katlandımsa bil ki, sadece senin hayatın kararmasın diyedir.” Ölene kadar da bir daha bu konuyu açmadı. Bedri Rahmi Eyüpoğlu ise ölene kadar "canım çebişim" dediği Mari'yi hiç unutmadı.. Çebiş, Anadolu'da yeni doğan keçi yavrularına denirdi. Çebiş; aşktı, sevgiydi... Aşka saygı duyarken; Eren Eyüboğlu'nu kendini kadınlık gururundan uzak tutmayı başarmış asil ve insani yaklaşımı nedeniyle kutluyor, olgunluğu nedeniyle şapka çıkarıyorum.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Bu akşam bir kadeh rakı doldurun kendinize.

Bu akşam bir kadeh rakı doldurun kendinize. Ama öyle tek-duble falan değil! Hani şu eski müdavimlerin “domuz sıkısı” dedikleri türden. Sadece rakıyı beyazlatacak kadar su… Yanına beyaz leblebi; fazla değil 3-5 tane…


27 Ağustos 1922 sabahı Mustafa Kemal Paşa'ya telefonda kuşattıkları tepeyi yarım saat sonra alacaklarını bildirmesine rağmen bunu başaramayınca intihar ederek hayatına son veren Miralay Reşat (Çiğiltepe)’a;

Özellikle cephenin biraz gerisinde yüksekçe bir yere oturup tabancalarını dizlerine koyarak "Geri çekileni vururum" mesajı vermesi ve birkaç sefer geriye kaçan askerler üzerinde bunu bizzat uygulamasıyla “Deli Halit” lakabını alan Mirliva Halit (Karsıalan)’e; 


Kütahya'nın Emet ilçesinden kendisi, Emet halkı ve süvarileri tarafından kaçırılan Yunan ordusunu kovalayarak İzmir’e giren ilk süvari birlikleri komutanı Ferik Fahrettin (Altay)’e;


Demiryollarının kesiştiği yer olan Eskişehir'e bir üs kuran ve savaş boyunca derme çatma trenlerle cepheye asker, cephane, malzeme nakleden; ray döşeten; gerektiğinde ray ve vagonlardan çelik söktürüp kılıç yaptıran miralay Behiç Bey’e;


İstanbul'dan bizzat kendisine gönderilen ve Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamasını emreden telgrafa rağmen “Ben ve kolordum emrinizdedir Paşam!” sözünü söyleyerek Mustafa Kemal Paşa'nın emrine giren Birinci Ferik Musa Kâzım (Karabekir)’a; 


İzmit ile Adapazarı'nı geri alıp, Sakarya Meydan Muharebesi'ne katılarak üstün başarılar kazanan Birinci Ferik Kazım Fikri (Özalp)’ye;


Birlikleri ile İzmit ve adapazarı üzerinden Bilecik ve Eskişehir istikametine ilerleyen İngiliz kuvvetlerine Geyve yakınlarında ateş açarak onları durdurup geri püskürten ve Türk Kurtuluş Savaşı'nı fiilen başlatan ilk komutan olan Mirliva Ali Fuat (Cebesoy)’a; 


Bahriye Nazırlığı’ndan ayrılan ve Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine katılan albay Hüseyin Rauf (Orbay)’a;

İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve mühimmat kaçıran, İtalyan işgalindeki Antalya depolarında bulunan silah ve mühimmatın Kuva-yı Milliye'ye kazandıran Mirliva İbrahim Refet (Bele)’e; 


İstanbul Hükümeti tarafından ulusal hareketin önderlerinden biri olarak rütbesi kaldırılan, nişanları geri alınan ve idamına karar verilen Müşir Mustafa Fevzi (Çakmak)’ye;


Harbiye'de Askeri Taktik ve Strateji Öğretmenliği yapması nedeniyle başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kurtuluş Savaşı'ndaki üstü düzey komutanların büyük çoğunluğu tarafından "Hocam" diye hitap edilen, Büyük Taarruz'dan önce taarruz stratejisinin belirlenmesi için yapılan toplantılarda, tedbirli ve titiz karakteri nedeniyle, taarruz planını çok riskli ve tehlikeli bulduğu için şiddetle itiraz eden, ancak yine de verilen emirleri, biri hariç, harfiyen yerine getiren Orgeneral Yakup Şevki (Subaşı)’ye;


Yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatip olan, Kurtuluş Savaşı'nda cephede Mustafa Kemal'in yanında görev yapan, sivil olmasına rağmen rütbe alarak bir savaş kahramanı sayılan Onbaşı Halide (Edip Adıvar)’ye;


Kağnıyla cepheye silah taşıyan Fatma Nine’ye;


İnebolu'da bulunan cephaneleri Ankara'ya götürülmesinde çocuğu ve kağnısıyla yer alırken, kış şartları nedeniyle cephane ıslanmasın diye battaniyesini cephaneye sarman, bebeğinede sarılıp onun donmaması için uğraş verirken  donarak ölen Şerife Bacı’ya;


Onbaşı olduğunda neredeyse sadece kadınlardan oluşan birliği ile düşmanın cephe gerisine bir saldırı düzenleyen ve aralarında bir Yunan subayı dahil toplam 25 esir askerle geri dönen Erzurumlu Kara Fatma (Seher Erden)’ya;


Kocayayla baskınında geri çekilen silah arkadaşlarına cesaret vermek için hızla öne atılınca başından vurularak şehit olan Gördesli Makbule’ye;


Çanakkale’de ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup kendine bir tüfek alıp dağa çıkan ve Yörük Ali Efe’ye katılan Emir Ayşe’ye;


Düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir sürede düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engelleyen Yörük Ali Efe’ye;


Bekir Ağa Bölüğü`ne baskın düzenleyerek tutuklu bulunan vatansever ve aydınları kurtarıp Anadolu`ya geçmelerini sağlayan Yahya Kaptan’a;


Bir Fransız gemisini kaçırmayı başarınca ona layık görülen istiklal madalyasını geri çevirerek "Ben madalya için değil milletim içim savaştım" diyen İpsiz Recep’e;


Kumardan hileyle kazandığı 45 bin frank ile kendi deyimiyle İzmir'deki vatan görevine başlayan İngiliz Kemal lakabıyla anılan Türk ajan Ahmet Esat (Tomruk)’a;


Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütü Karakol’un yöneticisi Naciye Faham’a;


İşkence görmesine rağmen Karakol’un adresini vermeyen Topkapılı ebe Şahende’ye;


Felah Grubu’na saraydan bilgi taşıyan V. Murat’ın kızı Fehime Sultan’a;


İşgal protestolarında on binlere konuşan Şükufe Nihal’e;

Sebahat’e ;

Zeliha’ya;


Darülfünunlu Saime’ye;


12 yaşında İnönü muharebelerinde savaşan Nezahat’e;


“Muhabere bana düğündür Paşam” diyen Mustafa Kemal’in askeri Sivaslı Fatma Seher’e;


Çerkez kadınları örgütleyen Hayriye Melek’e;


Alaşehir’deki zulmü dünyaya çektikleri telgraf ile duyuran Makbule’ye; 

Nebile’ye;


Yunan işgaline elinde silahla karşı koyan Turgutlulu Çavuş Ayşe’ye; 


Ödemişli Fatma’ya;


Köpekli Nuri Çetesi’ne katılan Aydınlı -namı diğer Binbaşı- Ayşe’ye; 


Yörük Ali Efe’nin 1. bölüğünün 4. mangasında nişancı olarak savaşan Emire Aliye’ye; 


Elinde balta ile Menderes Köprüsü’nde düşman bekleyen Arşın Teyze’ye;


Sarayköy’e gelen İngilizci Nasihat Kurulu’nun üzerine silahla yürüyen Adöv Ayşe’ye;


Başındaki yırtık örtüsünü erkeklerin yüzüne atıp, “alın bunları örtünün, verin silahları ben savaşırım” diyen Kezban’a;


Mavzeri hiç susmayan şehit eşi Senem Ayşe’ye;


Düğünde takılan altınları Ankara’ya bağışlayan Kastamonulu 17 yaşındaki Hatice’ye;


Üç kızını Mustafa Kemal’e emanet edip Sakarya Cephesine koşan ve yaralanan Ayşe Çavuş’a;


Düşmanla işbirliği yapan oğlunu vurup dağa çıkan Domaniçli Habibe’ye;


Erkek kılığında savaşan ve sonra kadın olduğu anlaşılan Halime Çavuş’a…..


Soyadını İnönü meydanında çarpışa çarpışa alan Mustafa İsmet’e;


“Geldikleri gibi giderler” deyip, geldiklerinden biraz daha hızlı gitmelerini sağlayan Mustafa Kemal’e…


Zafere, şerefe için; 

Afiyet olsun!

24 Ağustos 2018 Cuma

San Clemente al Laterano

Aynı mabedin yapısal ve dekor olarak birçok dönemi içerdiği örnekler özellikle Roma ve İstanbul gibi imparatorluk başkentlerinde çok yaygındır. Bunun en çarpıcı örneği bence Roma’da Colosseum yakınında bulunan San Clemente al Laterano’dur.

12. yy’da yapılmış olan “üst kilise”, 15. yy’a kadar yapılan eklemelerle şekillenmiştir.

Üst kilise:

Girişteki ilk şapelde 1428 yılında Masolino ve çırağı Masaccio’nun yapmış oldukları freskler dikkat çeker.

Sağ koridordan aşağı, 4. yy’da yapılmış ve 1084’te barbar akınları sırasında ciddi biçimde tahrip edilmiş olan “alt kilise”ye inilir.

Alt kilisenin nefi:

Sağ koridor:

Sol koridor:

6.YY freski:

8.YY freski:

Biraz daha aşağı indiğinizde bir “Mithraeum”a gelirsiniz:

Burası da 2. yy’da yapılmış bir Mithra kültü tapınağıdır.

İşin ilginci, iki kilisenin sunağı da tam Mithraeum’un üzerine denk gelir

Klisenin yan tarafında da ilk hristiyan şehitlerden sayılan ve kiliseye de adını veren “Aziz” Flavius Clemens’in Palazzo’sunun kalıntıları vardır.

By: Sinan Polvan