30 Eylül 2018 Pazar

İstanbul’u Nasıl Bilirdiniz ?

"Ben Sıraselviler’in selvilerini görmedim ama, Şişli Sıracevizler’in ceviz ağaçlarını, bilirim.

Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu olduğunu, bilirim.

Şimdi Taksim’de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir kışla binası olduğunu , bu kışla avlusunda İstanbul’daki futbol milli maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim .

Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul’da yaşamanın rahatlığını, şehrin her yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini, bilirim.

İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını,bilirim.

Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak bile 

bir milyonu aşmadığını, bilirim.

Şimdi artık Gebze’den Büyükçekmece’ye kadar bütünleşen İstanbul nüfusunun on beş milyonu aştığını, bilirim.

İstanbul nüfusunun eskiden imparatorluk sentezi olduğunu, şimdi ise artık kasaba çeşitlemesine dönüştüğünü, bilirim.

Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu , her aşçıda elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri olduğunu, bilirim.

Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden 7,5 kuruş, et yemeklerinin 12,5 kuruş olduğunu bilirim.

Topkapı surları dışında hemen bağların başladığını, beş kuruş verip bağın kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu, bilirim.

Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam.

At kuyruğu kılından olta yapmayı, bilirim.

Samatya’dan kürekle Ahırkapı’ya girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.


Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları bilirim.

Lezzetli ve ucuz balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı Samatya’da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise dilimlenerek satıldığını, bilirim.


Bu nedenlerle, İstanbul’un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen yiyeceğin tanınmadığını bilirim.

İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul’da kebap istilası yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini:


1- Kebaptan Önce,

2- Kebaptan Sonra olarak ikiye ayırdığımı, unutmam.


Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve insanlara karşı bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir sıfat aranması gerektiğini, bilirim.

Hay bilemez olsaydım!"

-Aydın Boysan-


Röportaj: İstanbul Aralık 2014 

Fotoğraf: Foto Sabah Fotoğraf Stüdyosu.  Yanında çok sevdiği eşi, hayat arkadaşı Suzan hanım ve Aydın Boysan


İstanbul onları özlüyor.

Artık aramızda olmayan Boysan çiftine saygı ve teşekkürlerimizle...


-Oya İslimyeli Ulutin-

29 Eylül 2018 Cumartesi

BÜTÜN YOLLAR ROMAYA 'MI ÇIKAR ?

"Bütün yollar Roma'ya çıkar" 

çok bilinen sözdür. Zannedilir ki. İtalya'nın başkenti Roma için söylenmiştir. Ama kastedilen Roma, Nea Roma yani Yeni Roma, yani Konstantinople, yani İstanbul'dur.

Hikayesi ise şöyledir: 

***

Bizans İmparatoru Büyük Konstantin (272- 337), sadece beş bin kişinin yaşadığı Byzantium'u, Roma İmparatorluğu'nun başkenti yapmak ve yeni bir şehir yaratmak için 324 yılında kolları sıvar ve yedi tepeli şehri 14 bölgeye ayırarak işe koyulur.


Büyük bir saray (İmparatorluk Sarayı), Senato Sarayı, Aya İrini Kilisesi, Kutsal Havariler Kilisesi (bugün yerinde Fatih Camisi vardır), Ayasofya (başlar ama bitiremez), otuz üç bin kişilik bir Hipodrom, su kemeri, kendi adını taşıyan heykellerle süslü bir meydan (Çemberlitaş), annesi Augusteum adına bir meydan inşa edilir ve şehir ülkenin her tarafından getirilen antik sanat eserleri ile süslenir.


Şehrin korunması için eski surlar yıkılır ve yerlerine bugün hiçbir izi kalmayan Konstantin Surları inşa edilir. Ayrıca Ayasofya'nın önünden başlayarak Mese adıyla büyük bir bulvar (bugünkü Divanyolu Caddesi) açılır.


Altı yıl süren faaliyet sonunda ortaya muhteşem ve modern bir şehir çıkar. 11 Mayıs 330 Pazartesi günü geldiğinde yapılan büyük bir törenle Byzantium, Roma İmparatorluğu'nun başkenti olur ve şehre senatonun da kararıyla Nuova Roma- Yeni Roma adı verilir. Büyük törenlerle kutlama yapılır.

İki yıl kadar geriye döndüğümüzde yani inşaatın devam ettiği sırada bir gün baş mimar Leontius, İmparator Konstantin'e bir konuyu açar:

"Majeste, imparatorluk ailesi yakınlarının, senatörlerin ve devlet ileri gelenlerinin oturması için Kutsal Havariler Kilisesi'nin olduğu bölgeyi ayırdık. Halk için ayrılan bölge ise Küçük Limanla büyük Liman arası. Gerek küçük Liman ve gerekse Büyük Liman'ın etrafı ticaret erbabına ve denizcilere ayrılmıştır. Daha sonraki yıllarda yerleşim kendi mecrası içinde devam edecektir. Ancak bir noktaya daha işaret etmem gerekecektir. Bizim kanımıza göre Byzantium dünyanın merkezi haline getirilmelidir. Bunun için önce, halen Kudüs'te muhafaza edilen ve İsa tarafından dokunulduğu için kutsal sayılan bir taş vardır. İsmi Milion. Bu taşın getirilip yıkıntı halinde bulunan tapınağın (O sırada henüz Ayasofya yoktur) karşısına yerleştirilmesi uygun olur. Taşın olduğu yer dünyada (0/ Sıfır) noktası sayılmalı ve bütün mesafeler bu noktadan itibaren ölçülmelidir. Eğer bu gerçekleşirse, taşın hemen yanına bir büro inşa edilecektir. Bu büronun görevi başvuranlara o noktadan itibaren uzaklığı ve yolları gösteren haritalar satmak olacaktır. Bir örnek vermem gerekirse, Byzantium'dan Antakya'ya gidecek yolcular ve kervanlar buradan gelip harita satın alacaklar ve Antakya'ya kadar nasıl, hangi yolu takip ederek ve kaç günde gideceklerini bileceklerdir. Ayrıca yollar üzerinde konaklama yerleri de işaret edilecektir. Böylece Byzantium dünyanın merkezi haline gelecektir."

Gerçekten aynen öyle olur. Milion Taşı Kudüs'ten getirilir. Ayasofya'nın karşısına yerleştirilir. 1453 yılına kadar o taşın bulunduğu yer artık dünyada (0) noktasıdır. Onun için "Bütün Yollar Roma'ya çıkar", sözü Nouva Roma- Yeni roma yani Konstantinople yani İstanbul için söylenmiştir.

Başka bir ülkede olsa, ışıklarla aydınlatılan, özel önem verilen bir müthiş turizm cazibesi ve para basma makinesi haline getirilecek olan Milion Taşı, Ayasofya'nın karşısında pek de fark edilmeden, 1683 yıl boyunca ve zannımca boynu bükük öylece durmaktadır. Üstelik ismi yanlış yazılan tabelasıyla..

26 Eylül 2018 Çarşamba

Olgunluğun bana getireceği o doluluğu hissetmek için acelem var

Olgunluk dönemimde, kalan yıllarımı saydım ve yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim.

Bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi yılları büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını hissedince artık teker teker, tadını çıkararak yiyorum.

Artık yasaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok.

Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen aptal insanlara destek olmak için de zamanım yok.

Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam.

Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum.

Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum.

Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan şu kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı.

Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların çirkin sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum.

İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular.


Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık.

Öz’ü istiyorum, ruhumun acelesi var. Pakette şimdi daha da az şeker kaldı..

İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce ‘oldum’ demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum.

Asıl olan, yaşamı değerli kılmış eylemlerinizdir.

Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla olmak istiyorum.

Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu hissetmek için acelem var.

Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem.

Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve huzurla dolu olmaktır.

Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her halükarda yaşlanacaksınız…’

Evolution of the Latin Alphabet

Ey Tanrım

Ey Tanrım ;

Varsan ve sesimi duyuyorsan; sana Tanrım diye seslenmekle hata ettiysem beni bağışla. Gerçi kusur bende değil bize senin ismini çok farklı bildirenlerde. “Allah” mı demeliydim yoksa “Yahve” mi? Tao mu demeliydim yoksa Eloha mı? Her kitabında ismin farklı. Tabi o kitapların senden olduğu da şüpheli. Şaşkınlığımı hoşgör Tanrım..

Tanrım sen neredesin? Buna akıl erdiremedim. Kutsal kitapların hem “O her yerde” diyor, hem de “Gökte”. Bu nasıl oluyor Tanrım? Gök diye herkes yukarı bakıyor. Ama Evrende yukarısı neresi, aşağısı neresi ona da akıl erdiremedim. Türkiye’den yukarı bakınca ile, Yeni Zelanda’dan yukarı bakınca uzay koordinatları çok farklı olmuyor mu Tanrım? Yoksa bize mi yanlış öğrettiler?

Yoksa onlar yeri uçsuz bucaksız düz bir toprak, göğü-uzayı da yerin üstünde bir kubbe mi sanıyorlardı?


Ey Tanrım ;

İsrailoğullarına sayısız peygamber gönderdin. Bildiğimiz peygamberlerin Muhammed hariç nerdeyse tamamı Yahudi. Kur’an’da ise her kavme bir peygamber gönderildiği yazılı. Ama biz bilmiyoruz. Türk peygamber, Hint peygamber, Rus , Alman, Japon, Çinli peygamber geldiyse onları neden bilmiyoruz Tanrım? Bu haksızlık değil mi? Neden sadece Yahudi peygamberler tanınıyor?


Niçin peygamberlerin getirdiği hükümler hep farklı. Birisine göre domuz, şarap haram. Diğerinde helal. Kimisinde sünnet var. Kimisinde yok. Kimisi Kudüs’ü kıble ediniyor. Kimisi Kabe’yi. Kimisinde zina eden taşlanıyor. Kimisinde kırbaçlanıyor. Birisi cumartesi kutsal gün diyor. Diğeri cuma. Öbürü pazar. Birinde ezan okunur, diğerinde çanlar çalar. Tapınakların niçin farklı her yerde? Kiminde secde edilir, kiminde oturarak dinlenir. Kiminde ise dönülür, oynanır. Birisi “Üzeyr Tanrı’nın oğlu” diyor. Diğeri İsa. Öbürü de “Yaratmasaydım Muhammed’i yaratmazdım alemi” dediğini yazıyor. Bunların hangisi doğru?

Neden kimi peygamber dünya nimetlerinden uzak durmuş, hiç evlenmemiş de, kimisi ise harem kurmuş, saltanat oluşturmuş? Hem neden babadan oğula peygamberlik verdin? Kendisi peygamber oğlu, torunu, torununun torunu da peygamber. Yok muydu başka düzgün insan? Yoksa neden yaratmadın da kafamızı böyle karıştırdın?

Madem bunları gönderen sensin, bunlara ayrı dinler niye kurduttun? Neden hepsi birbirine düşman? Neden sonradan gelenler öncekileri kabul ediyor da, öncekiler sonradan gelenleri kabul etmiyor? Niçin yüzyıllardır aralarında savaşıyorlar? Hangisi kutsal toprak? Kudüs mü? Yoksa Mekke mi?


Madem hesap günü var, mizan var, hesap ortaya çıkmadan kabir azabı neden? Yoksa yalan mı?

Ya cennet cehennem? Huriler, gılmanlar doğru mu?

Peki ya ebedi cehennem? Doğru mu gözlerini, kulaklarını perdeleyip, kalplerini mühürlediğin ve isteselerde inanamıyacak durumda olan insanları sonsuza kadar ateşte yakacağın?


Kime inanalım, kime güvenelim ey Tanrım?

Eğer bu din ve mezheplerden herhangi biri doğruysa, bu doğru olan din veya mezhebi keşfedemiyenlerin hali ne olacak? Bunun günahı vebali o doğruyu keşfedemiyenler mi?

Bunca çelişki arasında, sen insan olsaydın doğruyu bulabilir miydin ey yüce Tanrım?

Sen kalbi mühürlü bir insan olsaydın ebedi cehennemi haklı bulabilir miydin?


Tanrım senden dileğimdir;

Bugüne kadar çelişkiler içinde bıraktığın gelmiş geçmiş tüm insanları yargılayacaksan eğer inançlarından dolayı değil, amellerinden dolayı yargıla. İnançlarından dolayı yargılamayı düşünüyorsan eğer, geçmişte yaşamış olanları değil, bundan sonra yaşayacak insanları mühürsüz, perdesiz yaratarak ve onlara kesin delillerle, çok dil bilen, birçok konuda ihtisas sahibi, insanları her konuda aydınlatacak ve gelecekteki insanlara da kalıcı kanıtlar bırakacak, inanılır, güvenilir, bilgeliğiyle, erdemiyle örnek bir elçi gönder. Öyle 10-15 eşi, bir yığın cariyesi ve kölesi de olmasın ama. Kimseyi öldürtüp, katletmesin. Bir öyle bir böyle konuşup yazmasın. Ama en iyisi hiç gönderme. İnansın, inanmasın; insanları sadece iyiliğine, kötülüğüne, yaptığı işlere göre değerlendir.


Dünyadaki adaletsizlik, zulüm, vahşet sona ersin. Sevgi , dostluk, barış, huzur ve mutluluk egemen olsun. Bu dilekçeme cevap gelmezse, ben yine bana verdiğin akıl doğrultusunda gideceğim. Senden başkasına eyvallah etmeyeceğim. Ne Yahudi-Arap kuzenlerinin, ne de insanı Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu edinenlerin yolunda gitmeyeceğim. Dünyada sevgiyi, adaleti, barışı şiar edineceğim. Verdiğin bir ömürlük dünya ise kabullenmekten gayrı çaremiz yok. Varsa eğer ölüm sonrası ister dondur ister yak. Elimden, beynimden gelen bu. Tek yapabileceğim, seni reddetmeyeceğim. Reddedenleri ise asla kötü addetmeyeceğim. Kusurum varsa sen bağışla Tanrım!!


Serdar Kaangil / Bilimsel Felsefe'den alıntı.

23 Eylül 2018 Pazar

Dünya'da benzeri olmayan 10 milyon yıllık fosil Kayseride bulundu

Yamula /Taşhan dan şu ana kadar Türkiyede hiç bulunmamış fosiller çıkmaya başladı. Belki de dünyada da ilk olacakmış.

Şimdilik yaklaşık 230cm (alt dişler)

Literatürde yokmuş

Alt dişler bununki kısa.  Bulunan çok uzun dolaysıyla literatür müze vs de yok

En yakın bu Gomphothere

Ayrıca bu boyutta korunmuş tek parçada dünyada yokmuş!

Diğer pelvis devasa...o da muamma...ve 3toynaklı atlar var...gergedan var

Fin ve Norveçli bilim adamları da şaşkın

Yarın büyük gün. 

Tamamen alçıya alındı. Taşınacak.

Hatırlayacağınız gibi önceki yıl Gömeç’te, geçen yıl da Yamula Barajı civarında yapılan kazı çalışmalarında 8 ila 10 milyon yıllık hayvan fosilleri bulunmuştu. Çekül Vakfı ve Obruk Mağara Araştırma Grubu ile Kayseri'nin yer altı yapılarının envanterini çıkarmak için yaptığımız çalışmalar sırasında bulunan fosillerle ilgili kazı çalışmaları başladı. Bu kazı çalışmaları farklı sahalarda da devam etti. Anadolu’nun doğu-batı ve kuzey-güney doğrultularında bir geçiş bölgesi olması, şimdilerde fosillerine ulaştığımız canlılar içinde tercih edilen bir bölge olduğunu göstermekte. Tek veya sürüler halinde bu canlıların ölmesi ve fosilleşmesi Anadolu’ya son derece zengin bir miras ve ev sahipliği hakkı tanımaktadır. Bu sebeple bugüne kadar yapılan çalışmalardaki zengin kaynaklara, çok daha zengin yenilerinin eklenmesini beklemekteyiz."


Kraliçe Margot

Bu arada dün harıl harıl Fransız tarihi okuyordum…on çocuklu acımasız Katolik Kraliçe Catherine de Medici. Bir biri ardına kral olan üç sarhoş oğlu. St. Barthelmy (Suçsuz Azizler) Katliâmı, Fransa’nın ikiye bölündüğü mezhep savaşları derken, aklıma tam da bu olayları anlatan ‘La Reine Margot’ geldi. Çıktığı 1994 yılında bütün ödülleri silip süpürmüş olan ve o zaman sinemada ölüp bittiğim bu filmi yeniden seyretmem lâzım diye düşündüm. 

Ve biraz önce seyrettim de. Aman Allah’ım, ne büyük bir hayal kırıklığı! Gerçeklerle hiç ilgisi olmayan kurmaca bir tiyatro sanki. Abartılı, teatral diyaloglar. Bir türlü normal bir ses tonuyla konuşamayan, kuyruklarına basılmış gibi viyak viyak bağıran Fransızlar…öf yani. Bir kere gerçek Marguerite de Valois (Margo) kendisini canlandıran Isabelle Adjani’nin onda biri kadar güzel olsa, başka hiç bir şey istemezdi herhalde. Ne Navarre, ne de Fransa Kraliçesi olmayı takardı. O zaman (yani 1994’te) Wikipedia olsa, bu film asla çekilmezdi diye düşünüyorum. Kadının filmde canlandırılan karakterle ilgisi yok çünkü. 

Ne o kadar güzel, ne de dengesiz bir nemfoman. Gayet kültür, sanat hâmisi, beş dil konuşan, fevkalâde edepli, afif bir hanımmış kendisi…Aha bu da gerçek hali. Henri de Navarre ile evlendikleri zaman yapılmış…(1572’de)

By Barış Bilen

Filmde abisini oynayan adama benziyor orijinal Henri de Navarre! Filmdeki aktöre de (Navarre) bayılırım, İstanbul'a gelmişti, Beyoğlu Kaktüs 'de görmüştüm, çoook karizmatik tipik bir ufak tefek Fransızdı

Müzikler, kostümler, mekanlar çok etkileyiciydi. Özellikle katliam gecesi iyiydi. Kilisenin yolladığı katilin gelişini hâlâ hatırlarım, sonra James Bond oldu adam. Ama abartılı ve teatral yorumlarına aynen katılyorum. Yine de konuya dikkat çekmek açısından başarılıydı bence..

By Şeyda Arguner Dana

15 Eylül 2018 Cumartesi

Önümüzdeki 5 yılın kehaneti

Sevgili Başkan’ım RTE’ın kendini Varlık Fonu yönetim kurulu başkanı ataması bence seçimden bu yana en önemli siyasi haberdi. Basında çok yazıldı-çizildi ama en önemli boyut atlandı. Bu atama Türkiye’de kurumların çöküşü ve ihtiyari, yani “burası babamın çiftliği” yönetim anlayışına geçişin en güzel örneği.

Zaten işi başından aşan, bir yanda İdlib için Putin ve Ruhani, öte yanda ekonomiyi kurtarmak için bankalarla uğraşan, üçüncü yanda da BM açılışına hazırlanan bir lider NİYE   ismi olup da cismi olmayan Varlık Fonu sorumluluğunu yüklenir ki?  Gölge bir kuruluşa deynekçilik etmek hangi psikolojik halin tezahürüdür?

 

Biraz Prof Daron Acemoğlu okuyun, bakın size bir de link vereyim. Türkiye’nin çöküşünü AKP’nin bilinçli ya da bilinçsiz kurumları imha etmesine bağlar. Gerçekten de halen burnumuza kadar gömüldüğümüz stagflasyon ve özel sektör borç krizi elbet bir gün geçer, ama Türkiye toplumdaki negatif enerjiyi pozitife dönüştüren  ve sinerji yaratan kurumları rehabilite etmeden asla kalkınamaz.

 

Kalkınmanın temel girdileri nedir?  Beşeri sermaye ve insan gücü, sabit sermaye yatırımı, teknoloji, tasarruf. Bakalım şimdi bunlardan hangisi var bizde. Beşeri sermaye konusunda Levent Gültekin’in bir makalesinden alıntı yapıp sözü kapatacağım:

“İstanbul Milli Eğitim Müdürünün dikkat çektiği “lise çağındaki çocuklar okuma sorunu çekiyor” tespiti…

Üniversite sınavlarında 600 bine yakın adayın sıfır çekmesi ve hiçbir üniversiteye girememesi…

Çocukların Türkçeyi, matematiği öğrenmeden mezun olmaları…

Yani 4 yıllık üniversite mezunu çocuklar Türkçeyi öğrenmeden mezun oluyorlar.

Çünkü Türkiye’nin en iyi, en kaliteli akademisyenlerinin birçoğu ihraç edildi.

Üniversiteler kısırlaştırıldı.

Lisede doğru düzgün eğitim almayan çocuklar üniversitelerde de yeterli eğitim alamıyorlar ve bütün bunların sorunda da kimi yetersiz hakim, kimi yetersiz mühendis, kimi de yetersiz öğretmen oluyor”.

 

Öte yanda Breakthrough Starshot adlı bir projeye milyonlarca dolar yatıran bir Rus zengini, en yakınımızdaki güneş sistemi olan Alfa Sentauri’ye nano-uydular göndermeyi planlıyor. Lazer itmeli foton yelkenleri ile seyredecek  bu mini-uydular 40-50 yılda Alfa Sentauri’ye varıp, gezegenlerin hayata elverişli olup olmadığını kestirecek.  Biz karma eğitimi tartışıyoruz.

Özetle, bu beşeri sermayeyle millet Mars’a gider, biz Kars’a giderken yolda kalırız.

 

Bir ülkenin enflasyon ve cari açık üretmeden daha hızlı büyümesi için özel sektör sabit sermaye yatırımı yapması lazım. Bakalım 2Ç2018 milli gelir istatistiklerine, var mı sabit sermaye yatırımı?  Eğer binaları çıkartırsanız YOK.

 

JCR Avrasya Başkanı Orhan Ökmen 1.000’den fazla şirketi kapsayan taramasının sonunda şunu bulguluyor:    Yatırımları erteleme eğilimi var: Likiditeyi artırmak, mali yapıyı sağlamlaştırmak amacıyla ağırlıklı olarak özkaynağa yönelmek ve yatırım politikalarında değişiklikler yaparak, yatırımları ertelemek veya iptal etmek temel eğilim olarak belirginleşiyor”.

 

Yani, yakın gelecekte de yatırım yapılmayacak, Türkiye yağmura hasret ağaç gibi güdük  kalacak.

 

Peki teknoloji var mı?  Gidin, yazılım sanayinde her hangi bir patronla konuşun, dışarda iş bulan anında vitesi ikiliyor. Geçen sene 450 bin kişi göç etmiş bu diyardan, sizce vasıfsız tekstil işçisi mi bunlar?  Hayır, becerileri dünya pazarında da para kazandırabilecek değerli insanlar. Bıktılar artık bu nadan, baskıcı, cehaleti yüceltip, her soruya “milli ve yerli” cevabını veren gürültücü çoğunluğun  sultasından.

 

Dünya Inovasyon Endeksi’nde 2016’da 43cü sıradaydık, utanılacak bir durum. Teknolojiye bu denli önem verip her projeye para basan hükümet düşünmeli neden diye. Ama  neyse ki, orada kalmadık. 2017’de 50ci sıraya geriledik.

 

Ve en acısı ne biliyor musunuz?  Bu problemleri çözecek zaman kalmıyor,   çünkü Türkiye hızla yaşlanıyor.

“TÜİK’in 2017 yılına ilişkin “İstatistiklerle Yaşlılar” çalışmasının sonuçlarını göre, Türkiye’de 65 ve daha yukarı yaştaki nüfus 2013 yılında 5 milyon 891 bin 694 kişi iken, yüzde 17 artarak, geçen yıl 6 milyon 895 bin 385 kişi oldu.

Yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2013 yılında yüzde 7,7 iken, geçen yıl yüzde 8,5’e yükseldi.

 

Nüfus projeksiyonlarına göre, yaşlı nüfus oranının 2023 yılında yüzde 10,2, 2030 yılında yüzde 12,9, 2040 yılında yüzde 16,3, 2060 yılında yüzde 22,6 ve 2080 yılında yüzde 25,6 olacağı tahmin ediliyor. Konuyu emeklilik yaşı açısından değerlendiren Sosyal Güvenlik Uzmanı Melis Elmen, “Emeklilik yaşının şu anda 65’e kadar yolu var. Günleri tamamlamanıza bağlı olarak daha erken bir emeklilik sağlayabilirsiniz. Eskiden 5 bin, şimdi 7 bin 200 günlerden bahsediyoruz. Bu sebepten dolayı yaş skalası arttı. Çünkü nüfus yaşlanıyor. İster istemez çalışan oranı düşüyor. Genç beyinler yurt dışına çıkıyor. Emeklilik statüsü yaşlı nüfusa kalıyor. Biz bunun daha da artacağını öngörüyoruz.” dedi.

 

Nufüs yaşlanıyor da, gençler iş bulamıyor. Emekliler hızla artarken onların maaşını ödeyecek işgücü artışı bir türlü gerçekleşmiyor. Ben SGK batık diyince küfür yiyorum. BES’e katılıp tasarruf edin deyince alay konusu oluyorum.

Bu nesnel verilere bakıp Türkiye’nin önümüzdeki beş yılını kestirmek öyle kolay ki..  2019 sonunda resesyon biter. Enflasyon iç talep yoksunluğundan %10’lara kadar geriler. Kimsede ithal malı kulanacak para kalmadığı için cari açık da daralır. Belki AKP ABD-AB zoruyla bir takım reformlar yapar, bir kaç gazeteci serbest kalır, gözaltılar denetimli serbestliğe dönüşür.

 

Ama, siyasal İslam kafası Ankara’da hüküm sürdükçe kurumlar restore edilemez. Bu kafa asla gücü merkezden belediyelere, muhtarlıklara, oradan da serbest piyasa ve STÖ’ne dağıtamaz. Türkiye’de toplumun negatif elektriğini sinerjiye, imeceye ve  inovasyona dönüştürecek kurumların yeşermesine müsade etmez. Çünkü bütün bunlar toptan tahakküm ve toplumsal mühendislik projelerine zıt düşer. Odin esirgesin, akıllanıp örgütlenen millet AKP’ye oy vermekten vazgeçer filan.

 

Cehalete tapan, tüm kadroları tarikat üyelerine dağıtıp RTE’den başka kimsenin karar almasına izin vermeyen, “dışardan gelenlerin” fikirlerini hiçe sayan bir zihniyet 21ci Yüzyılın çetrefil sorunlarını çözemez. Stagflasyonu atlatırız, şirketleri de tamir ederiz, ama asla kalkınamayız. Beş yıl, belki 10 yıl fakirleşmeye mahkumuz


Atilla Yeşilada

Yazının içerdiği linklerniçin

Paraanaliz deki orjinal yazı


TOPLUMSAL BİR ANALİZ

"Gelecek" denilen kriz gümbür gümbür geldi!


İtiraf edelim; aslında hepimiz malum kesimin bunu yaşamasını istedik. Biz zaten ezilen, dövülen hapsedilen kesimdik.  24 Haziran gecesi kafamızın üzerinden geçen kurşunların, “koyduk muuuu” ların acısı çıksın istedik.


Şimdi gerçekten serseme döndüler ama çok kişinin beklediği gibi, padişaha geri dönüşü olmadı. O sarayında havalı havalı tropikal ‘yerli ve milli’ içeceklerin tadına bakıyor.


Aslında dönmeyeceği belliydi. Tayyip konusu sosyolojik bir tez. Hayata dair bütün ezikliklerinin, öfkelerinin ve itilmişliklerinin ilacı olarak görüyorlar.


İlk defa cahilliklerinden utanmaları gerekmediği gibi, bunu göğüslerini gere gere söylüyorlar. Geçen twitter’ da profesörün birinin evrim hakkındaki görüşünün altına “okuduğunuz için böyle yahudi piçisiniz” yazmıştı biri. Tabi yazım dili bu kadar net değildi.

 

Cahil olmaktan, şiddetten başka dil bilmemekten, kendince adam yerine konulduğunu sanmaktan inanılmaz mutlu adamlar.


Fakat bu öyle bir histeri ki; milyonların tuhaf bir rövanş isteğinin, yaşayamadığı hayatların ve kıskançlığının, dolayısıyla da öfkenin ete kemiğe bürünmüş hali.


O sarayda kendisi yaşıyor sanıyor, karısının çantası kendisine alınmış gibi seviniyor, kendisi kızına en boktan düğün salonunu tutamazken, onun kızı için İstanbul kapatıldığında gurur duyuyor.


Sevgili Deniz Yurdakul birkaç gündür paylaşıyor. O kadar afallamış durumdalar ki; Bim’ de yapılan zamları, bimere, cimere şikayet ediyorlar. Reisleri yumruğunu masaya vuracak, zamlar gidecek sanıyorlar.  Bim’ in sahibi Latif Topbaş, reislerinin sağ kolu. Hadi onu geçtim, tek adam izin vermeden bu zamları milletin kafasına göre yaptığına inanıyorlar.

 

Ekonomi, adalet, hukuk, eğitim, basın özgürlüğü falan, bunları zerre umursamıyorlar. Tutundukları tek bir umutları var, reisleri. O yüzden habire “yedirmeyiz” diye bağırıyorlar. O koltuktan indiği anda kendilerinin de böyle rahat olamayacağını, birilerinin “hop napıyorsun lan sen?” diyebileceğini biliyorlar.


Senelerce içlerinde tuttukları kompleksleri birer, birer su yüzüne çıkıyor. Bu kompleks Atatürk nefretlerini de açıklıyor. Atatürk’ e bağlı olanların hayatlarını hep onlardan iyi yaşadığını düşündükleri için, geçmişte onların yanında ezildikleri için şimdi garip bir intikam hissi duyuyorlar ama aynı reisleri gibi tıkanıp kalıyorlar. Kendilerine çakma destanlar, alternatif tarihler yaratmaya çalışıyorlar. Koskoca meydan muharebelerinin, bir ülkenin kurtuluş savaşının karşısına 15 Temmuz gibi ne olduğu belli olmayan garabetleri, İzmir Marşı’nın yerine komik, komik türküleri, baştan aşağı asalet kokan fotoğrafların karşısına photoshoplu görgüsüz duruşları koymaya çalışıyorlar.


Olmadığını onlar da biliyor ve daha çok kuduruyorlar çünkü;


Sanat bilmiyorlar. Zaten yapamıyorlar.


Doğa bilmiyorlar. O yüzden nefret edip, betonla sevişiyorlar.


Askerlik bilmiyorlar. Lafa gelince tankın önüne yatıp, realitede 21 günlük bedelliyi yapmamak için sağa sola yalvarıyorlar.


Mizah bilmiyorlar çünkü zeka istiyor.


Fakat en kötüsü;


Aşkı, sevgiyi, sevmeyi bilmiyorlar. Hiç sevilmemişler, hiç kimse sarılmamış, hiç kafalarını okşayan olmamış. O yüzden bu kadar kötüler. O yüzden minicik çocuklara halleniyorlar, o yüzden hayvanların bacaklarını kesiyorlar, o yüzden sağa sola ateş edip can alabiliyorlar. Artık saf kötülüğün vücut bulmuş hali onlar ve ne yazık ki geri dönüşü yok.


Artık çok dikkatli yaşamamız lazım çünkü git gide daha çok açlığa sürükleniyorlar ve aç adam her şeyi yapar ve ne yazık ki “neden açım?” diye sorgulayacak bir beyinleri yok. 


Etten zehirlense “et baronu”


İlaç bulamasa “sağlık kontu”


Çocuğu katledilse “terör odakları”


Tren kazasında ölse “ray arşidükleri”


Hep dış güçler, hep bir başkası, hep hayali düşmanlar.

Hayali oldukları için de, ilk hedefleri gene bizler olacağız. O yüzden artık çok dikkatli yaşamak zorundayız..


S. Korhan Korman


(Alıntıdır)

14 Eylül 2018 Cuma

Musa Anter’in hatıralarından Neyzen Tevfik-Hasan Ali Yücel-Lütfi Kırdar:

“Eski İstanbullular Pandelli’yi bilirler. Adını sahibinden alıyordu. Eminönü’nde, Mısır Çarşısı’nın ötesindeydi. Türkiye’nin İstanbul, Ankara’daki tüm edip ve şairleri orada buluşurlardı. Haddim olmayarak ben de giderdim. Pandelli Efendi, Heybeliada Rum Ortodoks Mektebi’nden mezun, kültürlü, Fransızca, Yunanca, Türkçe bilen, ayrıca zeki ve nüktedan bir adamdı, iki kere lokantasına gidenin tüm soysopunu, kültür derecesini, ahlakını anlardı. Zaten lokantasına gidenler herhangi bir içki ve yemek siparişinde bulunmazlardı. Pandelli yüzlerine bakar, gerekeni masalarına gönderirdi. Sabahları kendisi Balık Pazarı’na ve Mısır Çarşısı’na gider, fiyatlarına bakmadan balıkların ve etlerin en iyisini alırdı. Balıkçılar ve kasaplar, onun bu huyunu bildikleri için ellerindeki en iyi şeylerini Pandelli Usta’ya saklarlardı.


Pandelli, vitrin buzdolaplarından yapılmış uzun tezgahının arkasında hep ayakta dururdu. Önünde orijinal bir kadeh içinde daima süt gibi rakısı eksik olmazdı. Tüm gelen gidenlerle kültür seviyelerine göre sohbet eder, şakalaşırdı. O ara, Hasan Âli Yücel -dostum Can Yücel’in babası- hem şair ve hem de Maarif Bakanı idi. Pandelli’nin de müşterisiydi.


Pandelli Usta, Neyzen Tevfik’i çok severdi. Aylarca peşine adam takardı bir gün lokantasına gelmesi için. Bir keresinde ben de aracı olmuştum. Neyzen, “Siktir et kefereyi! Öyle boktan müşterileri var ki, ben o kenefe girmek istemem” dedi. Aynen sözlerini Pandelli’ye anlattım. Hiç komadı. “Doğruyu söylüyor. Ne yapalım, kader bizi hela bekçisi yaptı” dedi. Buna rağmen bir gün keyfi yerindeyken ve Hasan Âli Yücel ile konuşurken, “Hasan Bey, bu kadar imkanın varken Neyzen Tevfik’in böyle sefil yaşamasında senin ne kadar mesul olduğunun farkında mısın?” deyince, Hasan Âli, “Bırak Usta o serseriyi, ayyaşın biri… Pezevenk adam olmaz” demiş. Bunları, beni sevdiğini söyleyen Pandelli anlatmıştı. O vakit benim de Fırat Talebe Yurdum vardı. Ben de piyasadan aldığım malzemeye dikkat ederdim. Adım ‘Pandelli’ye çıkmıştı. Zaten yakınlığımızın sebebi de buydu.

Dolaşa dolaşa, olayı Neyzen Tevfik’e anlattım. Neyzen, yine her zamanki gibi sarhoş ve formundaydı. “Yaa!..” diye uzun bir “ya” çekti. Arkadaşından şu tekerlemeyi söyledi:


“Hasan Âli Yücel

Dest-i hilkat hamurunu

Necaset ile yoğurmuş

Anan seni sıçacakken

Yanlışlıkla doğurmuş”

Ben ve İhsan hemen kaydettik ve tabi ağzımızda durmadı. Bu, yerinde -ama Can Yücel’in hatırı için, yerinde olmayan- tekerlemeyi şurda burda söyledik. Kısa bir zamanda hem İstanbul’a, hem bütün Türkiye’ye yayıldı.


Neyzen’in, Sultan Hamit zamanından beri İstanbul Belediyesi’nden her ay beş altın lira alması vardı. Sonra zaman değişti. Güya Cumhuriyet oldu. Neyzen parayı sevmez ve tutmazdı. Derdi ki, “Bu bok, cebe koymak için değildir. Üstüne atılınca, yani para eline geçince derhal defetmek gerekir.” İşte o kağıt beş lirasını, üç-beş ayda bir aklına geldikçe gider belediye muhasebesinden alırdı. Yine bir seferinde parasını almaya gidince, memurlar sıkıla sıkıla, “Efendim, bundan böyle maaşınızı veremiyoruz” demişler. Atatürk’ün İnönü devrinin sona ermesi olan 1947’ye kadar İstanbul, Ankara ve İzmir’in valileri, seçimsiz olarak bu illerin belediye reisliğini de yürütürlerdi. İşte İstanbul valisi, aynı zamanda belediye reisi de olan Doktor Lütfi Kırdar bütçeyi tetkik ederken Neyzen’in tahsisatına rastlıyor. “İradeyi Seniye” ile İstanbul Şehremanetinden her ay beş lira almaya hak kazanan Neyzen Tevfik’i görünce, “Yahu, bu ne demek? İradeyi Seniye padişah emri; şehremaneti ise imparator devrindeki İstanbul belediyesi idi. Cumhuriyet devrinde böyle şey olur mu?” deyip bütçeden Neyzen’in tabirince onu “tay” ediyor. Yani uçuruyor, çıkarıyor. İşte Neyzen, Lütfi Kırdar’a bu nedenle kızgınmış. Bir gün Fatih Parkı karşısında bir meyhanede otururken, bakıyorlar ki, o zamana göre korkunç bir gürültü. Meğer Reisicumhur İnönü geçiyormuş. Etraftaki tüm motorsiklet ve jipler korna çalıyorlar. Fakat tesadüfen İnönü’nün arabası bir trafik tıkanıklığında tam meyhanenin önünde durmuş. Neyzen, yine mahmur mahmur bakarak, “Kim bunlar?” demiş. “İsmet Paşa” diye cevap vermiş yanındaki İhsan Ada. “Peki, o heykel gibi herif kim?” “Lütfi Kırdar” demiş İhsan. Lütfi Kırdar, uzun boylu, esmer, iri yarı tipik bir Kürt erkeği idi. Bir de melon şapkası vardı. Neyzen’in dediği gibi, cidden müheykel, yani heykele benziyordu. Neyzen, sık sık kriz gibi girdiği asabi hallerden birisine girerek, hemen şu dörtlüğü söyleyiveriyor:


“Yaa İstem Paşa; sıçtın Kürt Lütfü’yü İstanbul’a vali diyerek

Bari tüy dik de, üfür aleme karşı bokunu

Ama teskin edemezsin halkın terese karşı olan hışmını

Sokmuş olsan götüne partinin altı okunu”

1916 senesinde 19 yaşında genç bir delikanlı Erenköy’de yürümektedir.

1916 senesinde 19 yaşında genç bir delikanlı Erenköy’de yürümektedir. Talimgah denilen yerde bir kalabalık fark eder. Kalabalığa yanaştıkça bir müzisyenin enstrümanından yükselen melodiyi duyumsar. Yaklaşır. Delikanlı, enstrümandan yükselen tınıya gözlerini kapatarak huşu içinde bir süre zevkle dinleyerek eşlik eder. Gözlerini açıp da kalabalığın önüne ilerleyince o cânım melodiyi çıkaranın yere bağdaş kuran bir müzisyen olduğunu fark eder. Müzisyen pistir, perişandır, berduştur. Genç delikanlı evsiz diye düşündüğü bu adamcağıza acır gözlerle bakar. Garipser de hani biraz… Öyle ya böyle berduş bir adam nasıl olur da bu kadar güzel ezgiler çıkarabilir…

Delikanlı birkaç gün sonra aynı yol üzerinden geçerken görür o müzisyeni. Her ne kadar giyiminden, kuşamından, küfürbaz halinden rahatsız olsa da acıdığı için o müzisyene para vermek ister. Müzisyen işte kendisine para vermeye yeltenen gence; “Haydi oğlum, git işine! Bak benim mataram rakı dolu. Vereceğin bu parayla git de akşama birkaç kadeh iç keyiflen. Benim paraya ihtiyacım yok” der.

Utanır birden genç. Müzisyen devam eder; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın.” Kıyafetlerini göstererek “Görmüyorsun ben kimseden utanıyor muyum! Başkaları benim bu halimden utansın!” 

Delikanlı neye uğradığını şaşırır. Tokat gibidir adamcağızın lakırdıları… Eve gider düşünür uzun uzun… Acıdığı adamın kendisine böyle bir karşılık vereceğini hiç düşünmemiştir. Aradan zaman geçer. Delikanlı bu adamcağızı İstanbul’un münferit yerlerinde kah işkembecide, kah kuytu meyhanelerde, kah Yenicami arkasında, kah Çemberlitaş’ta görür… Hatta bir arada Ali Emiri’nin Kütüphanesi’nden kitap okurken görmüştür ki şaşkınlığı katbekat artmıştır. 

Delikanlı, edebiyata heveslidir, bir şiir karalar o müzisyen için… Dönemin mecmualarının birinde “Dehâyi Mensi” diğer bir deyişle “unutulan deha” ismiyle bu müzisyeni kaleme alır. Sonra kulağına gider bu müzisyenin. “Kim yazdı bunu?” diye sorar soruşturur; sonunda bulur ve bu şiiri yazan gençle tanışmak ister. Buluşurlar, o an müzisyen anlar ki vakti zamanında kendisine acıdığı için para vermek isteyen genç tam karşısındadır. Şiiri pek beğendiğini, duygulandığını söyler. Akabinde bu delikanlı ile müzisyen arasında sıkı bir dostluk başlar. 

Müzisyen son döneminde inzivaya çekilir, kimseyle görüşmez. Üstü başı kirlidir ama çevresindeki insanların ruhları daha kirlidir. Küser hayata, küser insanlara… Çok değil, bir süre sonra da göçer gider bu dünyadan… Delikanlı sevdiği bu müzisyenin öldüğünü duyunca çok üzülür. Arkadaşı Fuad Şinasi bir kağıt verir delikanlıya… “Nedir bu?” diye sorar delikanlı. Şinasi “Müzisyenin son şiiri” der. Okur delikanlı; 

“Artık yaşam için yetişir bunca kırgınlık,

Dinlenmek isterim ki kader yorgunuyum

Artık vücudu boş, gönlü boş, düşü boş,

Dünyada şimdi ben de bir fazla ağırlığım” 

“Ölümün titrettiği elle kalemini kalbine birikmiş zehre batırıp yazdığı veda şiiri” olarak betimler bunu genç adam. Aklına düşer işte o gün; acıdığı için para vermek istediği müzisyenin o yanıtı; “Utanma! Utandıkça rahat yaşayamazsın” 

Bu mısra destur olur delikanlı için, hayatını ona göre yaşar. Utanılacak işler yapmaz. Büyük görev üstlenir ilerleyen senelerde. Ama sonu da o müzisyen gibi olur. Ha, ne mi olur? Haksızlığa uğrar, yaptığı o büyük işlerden el çektirilir, memleket için açtığı okullar kapatılır. O da inzivaya çekilir, çünkü çevresi pistir ve malum son… O da göçer gider bu dünyadan. 

“Müzisyen” diye anlattığım kişi Neyzen Tevfik’tir. Ona acıdığı için para vermek isteyen delikanlı ise meşhur Şair Can Yücel’in babası; Köy Enstitüleri’nin açılmasını sağlayan, klasikleri dilimize çeviren, en uzun Milli Eğitim Bakanlığı yapmış “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” Hasan Ali Yücel’dir.  

Yazar Tolga Aydoğan

www.tolgaaydogan.com

11 Eylül 2018 Salı

Pötibör bisküvi var ya.....

Lu Petit beurre bisküvilerinin:

-Çevresindeki 52 kıvrım yılın 52 haftasını

-Köşelerdeki minik topuzlar yılın 4 mevsimini

-Kısa kenardaki 10 kıvrım + 2 minik topuz yılın 12 ayını

-7 cm olan uzunluğu, haftanın 7 gününü

-Üzerindeki 24 adet delik ise günün 24 saatini

gösteriyormuş!


10 Eylül 2018 Pazartesi

Şarbon, şarbon, şarbon... Mail zincirleri doldu taştı.

Bu da Pınar Kaftancıoğlu’ndan (İpek Hanım Çiftliği)


Şarbon, şarbon, şarbon... Mail zincirleri doldu taştı. 


Medya okuryazarlığı önemli bir beceri... Biraz araştırma, biraz sorgulama ile öğrenilmesi de çok kolaydır. Öğrenildiğinde de "pek çok şeyi" anlamlandırmak çok çok kolaydır. Bir televizyon kanalı hafta boyu İstanbul'un bilmem ne ilçesi hakkında ortada fol yok yumurta yok iken "İlçeye şu yatırım yapılacak, böyle bir söylenti var, metro gelecek, şu bağlanacak..." diye haberler mi yapıyor? Bunun amacı büyük olasılıkla o medya patronunun o ilçede elden çıkartmaya çalıştığı arazileri olabilir. Ya da iki gazetenin köşe yazarları her gün manşetten birbirine girer, oysa iki gazete de aynı medya grubunundur. Aa, tiraj artırma çabası..? 


Şarbon salgını vaveylası... ...ki asla hafife almak niyetim yok; ancak, size de bir zamanların "kuş gribi" olayını anımsatmıyor mu? Hani milyonlarca köy tavuğunun canlı canlı yakıldığı, gömüldüğü günleri filan... Çünkü maazallah, halk sağlığı söz konusu olunca büyüklerimiz hiçbir çabadan kaçınmazlar. O dönemde de önceki yirmi yılın her birinde görülen 3 -5 tavuk kıranı yaşanmış, ancak bu olay öyle abartılmış, öyle abartılmış, öyle ama öyle abartılmıştı ki Anadolu'da tek bir köy tavuğu bırakılmamıştı. O günden beri de tavukçuluk endüstri tekeline girdi. Küçük yetiştirici bitti, gitti.


Şimdi ne olacak..? Küçük besici, et kısmı bir yanda kalsın (döneceğim); son yıllarda üreticiden tüketiciye çiğ süt satışı öyle bir patladı ki endüstri cidden korktu. UHT satışları düştü, düştü, düştü... Şimdi ise tüm yararsızlığına rağmen UHT sütün yıldızı parlayacak, değil mi? Dünyayı okur iken sonuç ilişkisine bakmak hep önemlidir. 


Korkutan uzmanlar, sözde veterinerlik fakültesi imzalı  sahte elektronik postalar ile başlatılan zincirler, "Bir arkadaşım şurada çalışıyormuş, duymuş..." başlıklı yalan gezdirim mesajları WhatsApp gruplarında, herkeste bir telaş, bir korku. Ey halk, kırmızı etten çok korktunuz artık, değil mi? Size tavuk verelim o zaman! Bakınız, bunca zaman tavuk etine ve UHT süte itiraz ediyordunuz. Şimdi tek çareniz onlar gözüküyor. ...değil mi? 


İşte, nokta bu. 


Şarbon, Ruam, büyükbaşta verem gibi zoonos hastalıklar bin yıldır Anadolu'da var. İthal ette de ihtimal, var. Başlangıçta yakalanması ancak kandan mümkün. İlerleyen zamanların ise veteriner gözleyerek görebilir. E peki bunların yaşanmaması için bir tedbir var mı? Hem de nasıl var... Hani "öldür ama hakkını yeme" derler ya; büyükbaş bulaşıcı hastalık kontrolü ve aşılaması şu memlekette devletin en ciddi, en disiplinli yaptığı işlerden biridir. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bu işe fazlasıyla önem verir. 


Türkiye'nin hayvancılığında aşıya kayıtlı olmayan tek bir büyükbaş bile olmaz. Olamaz. Çünkü doğumda destek primi, sonrasında da bedelsiz aşı desteği verilmektedir. En ücra dağ köyünde bile hayvan doğum yapar yapmaz sahibi buzağı desteği almak için İlçe Tarım'a bunun kaydını yaptırır. Bankadan destek parasını alır. Aşıyı yine bedelsiz alır ve yaptırır. Karneye işletir. O karne olmadan hayvanı kesime gönderemez, mezbahaya satamaz, bir yerden bir yere nakledemez, hayvan pazarında satamaz. Yasaktır, cezaları çok ağırdır, kimse tüm bu o topa yok yere girmez. Buzağı desteği için de hiçbir hayvancı "Yok, almayayım" demez. 


Hayvanlar hastalanır mı? Elbette. Bin tane aşı yaptırdığımız halde bizler nasıl hasta oluyor isek onlar da öyle. Hayvan hastalandığında ne olur..? Sahibi bir panik, bir telaş özel veterinere ya da devlet veterinerine başvurur. Tedavi talep eder. Bu yola başvurmadan öyle cırt diye kesmesi falan filan mümkün değildir. Çünkü olay paradır, olay kazançtır. Bir büyükbaş 11.000 TL - 12.000 TL gibi paralar ile satılır. Bu paralar köylü için "çok çok büyük" paralardır. Bir büyükbaşın dana ise yeterli ağırlığa gelmeden ölmesi, inek ise daha yıllarca süt verecek iken ölmesi sahibi için korkunç bir ekonomik kayıptır. Onu iyi etmeye, etinden para kazanmaya, sütünden yıllarca yararlanmaya çalışacaktır. İşin doğasında bu vardır. 


Devlet veterineri zaten devletin veterineri... Özel veteriner de bulaşıcı hastalıktan şüphelenir ise derhal devlet kurumuna haber vermek zorundadır. Aksi davranışta bulunamaz, yine ağır bir cezası vardır. Ayrıca "bir özel veteriner, çalıştığı ilçede İlçe Tarım Müdürlüğü ile neden ters düşmek istesin..?" gibi bir durum vardır. 


Velhasıl kelam, eğer tespit var ise besi kapatılır ve besinin bulunduğu köy komple karantinaya alınır. Hayvan giriş - çıkışı yasaklanır. Muhtar yediemindir, çiftlik sahibi tutanak imzalar. Bu tutanağa imza atan her bir kişi, aksi davranışta devlet mührü kırmaktan tutuklanır. Yani kimsenin gözü yemez bu işi. Sonrasında da tedavi protokolleri... 


Şarbon vakası senede 300 - 500 gibi bir sayı ile hastanelerde tespit edilir. Genellikle deri şarbonu olarak kayıtlıdır. Tedavisi de bildiğiniz antibiyotik tedavisidir. Bu sene çıkan da bu, yirmi yıldır çıkanın aynısı. E peki bu yaygara neden? Ortada bir önceki seneden farklı bir durum yok iken..? 


Hiç bitmeyen bir döngü ile insandan insana, hayvandan insana, hayvandan hayvana yüzlerce hastalık geçer. Ev kedisinden güvercine, fareye, papağana, muhabbet kuşuna kadar tüm hayvanlardan insana hastalık transferi mümkündür. Sayılar oranlandığında denizde damla büyüklüğüdür. Tedaviler bin çeşittir. Her bir sene bir yenisi koparılan kuş gribi, domuz gribi vs vs. hastalıklarından ölenlerin sayısı nezleden ölenlerin sayısının 1000'de 1'i bile değil iken... Öncesini bulamıyorum ama son 20 senede şarbondan ölüm kaydı yok iken... Bu yaygara neden..? 


Lütfen sakin olun. Ortada önlenemeyen bir salgın filan yok. Ekstrem, farklı bir sayı da yok. Yok oğlu yok. Sadece beyaz et sektörü ve UHT süt lehine yapılan bir manipülasyon çalışması var. Yediğiniz suşi'den insan vücuduna geçerek sağlığınızı cidden tehlikeye sokabilecek mikro canavarları kapma olasılığınız evinize giren kırmızı etten şarbon alma ihtimalinin bin mislidir. Eti, sucuğu, sosisi iyi pişmiş yemek Anadolu geleceğinde de tercih edilir. Bir dönem çok iyi pişirin, en azından içiniz rahat etsin. "Şarbon pişirmekle de geçmiyor, ölmüyor, yayılıyor, hepimiz öleceğiz" yaygarasını da lütfen gereğinden fazla ciddiye almayın.

9 Eylül 2018 Pazar

Üç Şehir

Cemal Süreya'nın "üç şehir", yani Ankara, İstanbul ve İzmir hakkında yazdıkları...


"Ankara; iyi kalpli üvey ana... Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım. Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana olan Ankara.

Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerliğin bitmesini, rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını, suskun devletin konuşmasını beklerler. Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.

Belki denizi görselerdi beklemezlerdi. Denizi su sanırlar. Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz. Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara’nın göllerinde. Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi gökyüzüyle birleşmesi. O vaatkâr ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir. Her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi. İnsanlar Ankara’da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.“


“İstanbul’da ise durum daha vahimdir. Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir. Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir İstanbul. Ama hayat eli çabuk davranır. Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider.


Bu yüzden hırsla kovalarlar hayatı İstanbullular. Beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya rağmen Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzur vardır ama İstanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır, ne de tatmin.

Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken kendilerini yiyip yutan bir kovalamacanın içinde kaybolur giderler. Hayat kaçar, onlar kovalar.”


“Ama İzmir... İzmir’de hayat beklenmez, kovalanmaz da. O zaten sizinle beraberdir. Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır. Mutlulukla dolu, sakin bir sevişmenin tadındadır körfez. Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur, kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle dolarsınız.


Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur. Hafta sonları denize doğru bir göç başlar. ‘Ey hayat, biz Çeşme’ye gidiyoruz sen de arkadan gel’ der, İzmirliler muzipçe. Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider.


Uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan İZM harflerine sevgiyle bakıyorum. Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.”

8 Eylül 2018 Cumartesi

6-7 Eylül'ü hepimiz biliyoruz değil mi? Hayır... pek bir şey bildiğimiz falan yok.

Beş kişiydiler..


Beş farklı insan..


Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..


Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve

Sabri Yirmibeşoğlu..


61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.


1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişti.


*. *. *


Yıl 1955 idi..


5 Eylül'ü 6 Eylül'e bağlayan gece..


Selanik'te Atatürk'ün evi bombalandı..


Türkiye olayı TRT Radyo'nun öğlen 13.00 haber bülteninden duydu..


Ardından İstanbul Ekspress Gazetesi "Yıldırım Baskı" yaptı..


Normalde 20 bin satan gazete o gün tam 290 bin adet basılmıştı.


Özellikle Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtıldı..


İstanbul Ekspress tam sayfa verdiği haberde "Atamızın evi bombayla hasara

uğradı" başlığını kullandı..


Gazete bombayı Yunanlılar'ın attığını yazıyordu..


İşte ne olduysa bundan sonra oldu..


Ülkede "Rum Avı" başladı.


Başta İstanbul olmak ùzere sahil kentlerindeki Rumlar'ın işyerleri ve

evleri talan edildi...


15 Rum öldürüldü, 300 kişi yaralandı..


30'dan fazla kadına tecavüz edildi..


4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile

fabrika, otel, bar gibi 5317 mekan talan edildi..


Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal

eşyalar tahrip edildi..


İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.


Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..


İki gün süren yağma, talan ve linçten sonra sıkıyönetim ilan edildi..


Türkiye'deki tüm gazeteler olayda "Yunan kışkırtması" olduğunu ve

Yunanlılar'ın Atatürk'ün evinin bombalayarak halkı tahrik ettiğini yazdı..


*. *. *


Yunanistan hükümeti olayın aydınlanması için hemen soruşturma başlattı..


Öncelikle Atatürk'ün evinde hiçbir hasar yoktu..


Atılan bir ses bombasıydı..


Üstelik görgü tanıkları vardı..


Yunan makamlarına göre Atatürk'ün evini iki Türk, konsolosluk görevlisi

Hasan Uçar ile üniversite öğrencisi Oktay Engin bombalamıştı.


Hasan Uçar yardım etmiş, Oktay Engin bombayı atmıştı İkisi de hemen

tutuklandı..


Bombacı Oktay Engin 21 yaşında ve Batı Trakya Türklerindendi.


Türkiye'nin verdiği bursla Selanik'te hukuk fakültesinde okuyordu..


Bir süre sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak ùzere serbest

bırakıldı..


Yunanistan dışına çıkması yasaktı ama nasıl olduysa Türkiye'ye kaçtı..


Yargılaması bittiğinde 3 yıl 6 ay hapis cezası aldı..


Yunanistan cezasını çekmesi için Oktay Engin'in hemen iadesini istedi..


Türkiye vermedi..


*. *. *


Oktay Engin Türkiye'ye geldikten sonra elini kolunu sallayarak dolaştı...


İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ikinci sınıftan eğitimine devam

etti..


Üniversiteye kayıt yaptırırken, Selanik'de eğitim gördüğüne dair geçerli

belge getirmesi gerekiyordu..


Nedense ondan istenmedi.


Okurken İstanbul Belediyesi'nde maaşa bağlandı..


Mezun olunca kaymakamlık sınavını kazandı..


Çankaya kaymakamı oldu..


Ancak dönemin emniyet müdürü tarafından özel olarak istendi ve Emniyet

Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Müdürlüğü'ne atandı..


Eşi benzeri görülmemiş, inanılmaz bir terfiydi bu..


Bu göreve gelmek için en az 15 yıllık bir tecrübe gerekiyordu..


Acemi kaymakam Oktay Engin basamakları ikişer üçer çıkıyordu..


Sanki birileri "Yürü ya Oktay" demişti..


Ardından vali oldu..


Nevşehir Valisi..


Atatürk'ün Selanik'teki evini bombalayan adam artık bir Türkiye

Cumhuriyeti valisiydi..


*. *. *


Ya diğerleri..


Oktay Engin'i hiç bir tecrübesi olmamasına ragmen siyasi şubenin başına

getiren kişi Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu idi..


İlginçtir..


Hayrettin Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının olduğu gün Beyoğlu kaymakamıydı..


Emniyet Müdürlüğü'nün ardından Adalet Partisi Kayseri Milletvekili oldu ve

1970 yılında İmar İskan Bakanlığı yaptı..


*. *. *


O gün "Atamızın evi bombalandı" manşetiyle yıldırım baskı yapan ve

Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtılan İstanbul Ekspress gazetesininin

sahibi Mithat Perin'di.


Olaylardan kısa bir süre sonra Demokrat Partiden İstanbul Milletvekili

oldu..


Daha sonra Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı, Türk Hava Yolları

Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyetlerinin

başkanlığını yaptı..


*. *. *


İstanbul Ekspress Gazetesi'nin o dönem ki Genel Yayın Yönetmeni ise Gökşin

Sipahioğlu'ydu..


Yıldırım baskıyı hazırlayan kişiydi..


1960'larda SIPA Press'i kurdu..


Askeri kriz yaşanan ve kimsenin girmeyi cesaret edemediği ülkelere girdi..


Bu ülkelerden dünya medyasına fotoğraflar geçerek tanındı...


1969'da SIPA Press dünyanın en büyük fotoğraf ajansı seçildi.


SIPA Press olay çıkacak ülkelere daha önceden muhabir göndermesiyle

ünlendi..


O dönem Sipahioğlu'nun MİT'in Avrupa'daki önemli kaynaklarından birisi

olduğu iddia edildi.


Yıllar sonra patronu Mithat Perin, 6-7 Eylül'de Milli İstihbarat

Teşkilatı'nın Gökşin Sipahioğlu'nu kullandığını itiraf etti..


*. *. *


Beşinci kişi Sabri Yirmibeşoğlu..


6-7 Eylül'de Özel Harp Dairesi'nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevliydi..


Sonra Özel Harp Dairesi'nin Başkanı oldu..


1974 yılında Kıbrıs'ta Özel Harp Dairesi'nin sivil direnişi örgütleyen

lideri olarak nam saldı..


Sabri Yirmibeşoğlu'nun yıllar sonra "6-7 Eylül bir Özel Harp işidir.

Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı." demişti.


23 Eylül 2010 tarihinde Habertürk gazetesine ise şunları söylemişti.


"Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini

göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı

tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı

galeyana getirirsiniz.. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini

artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami

yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela."


*. *. *


Beş kişiydiler..


Beş farklı insan..


Biri öğrenci, biri patron, biri gazeteci, biri kaymakam, biri asker..


Oktay Engin, Mithat Perin, Gökşen Sipahioğlu, Hayretttin Nakipoğlu ve

Sabri Yirmibeşoğlu..


61 yıl önce kaderleri ortak bir noktada buluştu.


1955 yılının 6-7 Eylül'ünden sonra hayatları birden bire değişti..


Sanki Allah hepsine "yürü ya kulum" demişti..


Casus filmi senaryosu gibi değil mi?.


Casus filmi demişken...


6-7 Eylül olaylarının olduğu günler İngiliz Sunday Times Gazetesi'nin

muhabiri de İstanbul'daydı..


Hem de İstiklal Caddesi'nde..


Olayların tam ortasında..


Üstelik Atatürk'ün evinin bombalandığı Selanik'ten yeni gelmişti..


Kimdi o biliyor musunuz?..


Ian Fleming..


"007 James Bond" karakterini yaratan dünyaca ünlü yazar..


Ve İngiliz istihbarat örgütü MI6'ın ajanı..


Herkese iyi haftalar dilerim..” (Sedat Kaya, Datça)©


#1955EylülOlayları

#Septembriana

#Σεπτεμβριανά

#1955EylülOlayları


 6-7 Eylül'ü hepimiz biliyoruz değil mi?

Hayır... pek bir şey bildiğimiz falan yok.

5 Eylül 2018 Çarşamba

KEFERE'NİN SESSİZ ÇIĞLIKLARI.

Yıl 1955'di..

Eylül'ün 6'sı..

İstanbul'da serin bir sonbahar akşamıydı..

Vural Öger henüz 13 yaşındaydı..

Dayısının elini tutmuş, İstiklal'de yürüyordu..

Rebul Eczanesi'nden limon kolonyası alacaklardı..

Ana cadde ve ara sokaklar o gün çok kalabalıktı..

Çevrede boş boş duran yüzlerce insan vardı..

Birden paltolarının altından kalın sopalar çıkardılar..

Cadde boyunca dağılıp, önce vitrinlere sonra da öfkeyle dışarıya fırlayan dükkan sahiplerine vurmaya başladılar.

Bir Rum başına aldığı darbeyle kan revan içinde çığlıklar atıyordu..

Sonrasını Vural Öger anlatıyor..

"Taksim’den Tünel’e kadar bütün dükkanlar tarumar olmuştu. Bir buçuk metre boyunda kumaşlar, buzdolapları, ev aletleri, çoraplar, sandviçler… Sopalarla dükkanlara giriyorlar, ne varsa kırıyorlar sonra da ‘Rum nerede Rum nerede’ diye dolanıyorlardı. Arkadaşlar anlattı, Taksim’deki kilisenin papazını tutmuşlar sünnet etmişler. Bütün Rum kiliselerine taaruz edildi. 17-18 papaz linç edildi.. Binlerce serseri ellerinde sopalarla Rumlar’ı dövmeye kalktı."


*. *. *


Anastasis Yordanoğlu, Beyoğlu'nda yaşayan bir Rum vatandaştı..

O gün her zamanki gibi mahallesindeki kahveye gitti..

Kahvenin sahibi kendisini çok severdi..

Yavaşça yanına yaklaşıp, kulağına fısıldadı.

"Antoncuğum sen bugün eve gitsen daha iyi olur.’ ‘

"Niye" diye sordu Anastasis..

Kahve sahibi tekrarladı..

"Sen beni dinle.. Acele et ve hemen evine git"

Sonrasını Anastasis Yordanoğlu anlatıyor..

" Birkaç cadde ilerledikten sonra ne olduğunu anladım. Baltalarla dükkanların kepenklerini ve evlerin kapılarını kırıyorlardı. Piyanolar, dolaplar camlardan aşağı atılıyordu ve bağırıyorlardı: ‘Bugün malınız mülkünüz, yarın hayatınız!’ "

*. *. *


İsabella Öztaşçıyan 7 yaşındaydı..

Kefere(*) Misak'ın kızıydı..

O akşam Büyükada'da papaz olan dayısının evindeydiler.

Hava kararmıştı..

Caddelerinde bir gürültü koptu..

Çöp kamyonunun üzerine çıkmış kişiler ‘papazı isteriz, papazı isteriz’ diye bağırıyordu..

Sonrasını İsabella Öztaşçıyan anlatıyor.

"Arabanın tepesine koydukları projektörle evlerin içine ışık tutuyorlardı, biz hepimiz evde yere yattık, ışıkları kapatmıştık ama çok korkuyorduk. Araba bizim kapıya doğru gelip durdu. Sonra birden bizim karşımızdaki evi taşlamaya başladılar, kapılarını pencerelerini kırıp döküyorlardı, içeride kimsenin olmadığını anlayıp gittiler. Ev bizim Türk eczacı komşumuzun eviydi. Sonra anladık ki adaya o gün dışarıdan gelen kişilermiş, zaten bütün ada bizi tanıyor ve evimizin yerini biliyordu, demek ki dışarıdan gelenler bizim ev için tam bir tarif alamamışlar.”


*. *. *


İsabella Öztaşçıyan'ın bulunduğu evin hemen yakınındaki Hamam Sokakta Lefter Küçükandonyadis oturuyordu..

Çok yoksul bir lağımcının oğluydu, Lefter..

Ama Milli Takımın ve Fenerbahçe'nin de yıldız golcüsüydü..

Ay Yıldızlı forma ile nice goller atmıştı..

Atina'da Yunanistan ağlarını bile sarsmıştı..

Yunanlılar ona "Turko,Turko" diye tezahürat yapmıştı..

Çöp arabasıyla dolaşan saldırganlar onun da evine geldi..

Araçtan inip taşlamaya başladılar..

"Vurun şu gavura" diye bağırıyorlardı..

Sonrasını Lefter Küçükandonyadis anlatıyor.

"Onbeş gün önce gol attığımda omuzlardaydım.. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım...En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul'dan emniyet müdürü evime geldi. gece gördüğü manzara karşısında 'aman allahım' demişti."

*. *. *


Tuğgeneral Yılmaz Tezkan 1950 yılında Harbiye'ye girmişti..

İlk günden itibaren herkes gibi o da Harbiye Marşı söylemeye başlamıştı..

"Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,

Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız,

Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,

Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız."

Harbiye'de onlar bu marşı söylerken, aynı binada Amerikalı yarbaylar bizim generallere danışmanlık yapıyordu..

Yağmalama ve linç girişimlerinden sonra sıkıyönetim ilan edildi..

Yılmaz Tezkan da olayların yatıştırılması için görev yapan askerlerden biriydi..

Gördükleri karşısında insanlığından utandı..

Rum vatandaşların evleri, bir tanesi bile atlanmadan basılmıştı..

İçindeki eşyalar caddeye atılmıştı. 

Sonrasını Tuğgeneral Yılmaz Tezkan anlatıyor.

"Evlerinde oturanlar eşya enkazı içinden işe yarar olanları toplama çalışıyordu. Ufak bir kız çocuğunun bulduğu kolu bacağı kopmuş oyuncak bebeği annesine ‘Mama, Mama, buldum, buldum!’ diye seslenmesi ve gördüklerimiz utanılacak ve unutulmayacak bir manzaraydı."


*. *. *


Olaylar iki gün sürdü..

Azınlıkların yaşadığı tüm mahalle ve semtler talan edildi.

Saldırganların hepsinde aynı tornadan çıkmış sopalar vardı..

Saldırılacak yerlere otobüslerle getirilmişlerdi..

Organize idiler..

Asker ve polis iki gün boyunca saldırganlara hiç müdahale etmedi..

Sonrası.. 

15 gayri müslüm öldürüldü..

300 kişi yaralandı..

30'dan fazla kadına tecavüz edildi..

4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile fabrika, otel, bar gibi 5317 mekan talan edildi..

Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildi..

İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.

Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..

Yıkılan, yağmalanan işyerlerinin yüzde 59'u Rumlar'a, yüzde 17'si Ermenilere, yüzde 12'si ise Yahudilere aitti..

Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekanlar bile saldırıya uğradı..

Dönemin parasıyla 100 milyon lira maddi hasar oluştu.


*. *. *


İki gün sonunda İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı'na Tuğgeneral Nurettin Aknoz getirildi..

Aknoz Paşa, ilk iş olarak Harbiye'deki Sıkıyönetim Komutanlığı'na tüm gazetelerin yazıişleri müdürlerini çağırdı....

Gelmeyenin gazetesinin kapatılacağı bildirildi..

Aknoz, toplantıda medyaya resmen emir verdi.

“Baylar, gergin günler yaşadık. Şimdi artık sinirlerin yatıştırılması lazım.. Çok dikkatli olacaksınız. Sizden şunları istiyorum. Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise yazmayacaksınız. Yokluk ve kıtlık haberlerinin hepsi yasaktır. Örneğin fırınların önünde ekmek almak için sıra bekleyenlerin resimleri yayınlanamaz. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım...Olaylarda zarar görenlerin istekleri gibi yazılar yazamazsınız. Heyecana uyandıracak haber yayını yasaktır. Hükümetin icraatını etkileyecek türde yazı yazılması yasaktır. Türklüğe hakaret, bayrak yırtma gibi haberler gazetelere giremez; kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapamazsınız; toplatırım. Basına sansür koymayacağım. Yayıncılığı sizin insiyatifinize bırakıyorum. Doğru kullanamazsanız bana verilen yetkileri kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var, aklınıza geleni yazıyorsunuz, yazamazsınız. Anadolu Ajansı’nın ve Radyonun yayınladığı her şeyi alabilirsiniz. Ona izin veriyorum. Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin hazırladığı bir hadisedir.Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin.”


*. *. *

Asker sopası etkisini göstermişti..

Türk Medyası artık kör ve sağırdı..

Gazeteler o dönem ülkeyi yöneten Menderes hükümetinin olaylarla hiç ilgisi olamadığı ve hiç bir kusurunun bulunmadığı yazıldı..

Dönemin CHP Başkanı İsmet İnönü, meclis konuşmasında Menderes hükümetine destek verdi.

"Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunu idraki, partiler arası rekabete, üstün gelmiştir. "

Sonunda askerin dediği oldu, fatura komünistlere kesildi..

Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru'nun bulunduğu onlarca komünist tutuklandı..

Tutuklananlar üç ay sonra mahkemede suçsuzluklarını kanıtlayınca serbest bırakıldı..

Bir süre sonra dosya kapatıldı..

Yıl 2016..

İki gün sonra 6 Eylül..

Aradan tam 61 yıl geçti..

1955 yılında İstanbul'da sayıları 100 bini bulan Rum nüfusu, şimdi sadece yüzlerle ifade ediliyor..

Tarihimizdeki bu kara lekenin devlette kimler tarafından organize edildiği ve kaçan Rumlar'ın mallarına kimlerin el koyduğu hala büyük bir sır..

O dönem Özel Harp Dairesi'nde (Seferberlik Tetkik Kurulu) görevli olan, daha sonra dairenin başkanlığına getirilen ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği yapan Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'nun yıllar sonra yaptığı şu açıklama ise hiç unutulmadı.

"6-7 Eylül bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı."

(Sedat Kaya, Datça)©


(*) KEFERE: Osmanlı döneminde müslüman olmayanları aşağılamak için kullanılan, kafir anlamındaki Arapça kelime.. Argo dilde "Oynak, güven vermeyen, terbiyesiz, arsız köpek, kötü adam" anlamına geliyor..

#1955EylülOlayları

#Septembriana

#Σεπτεμβριανά

2 Eylül 2018 Pazar

Feeding the poor

"Barok tarzının önde gelen isimlerinden Paul Rubens'in 1635'te yaptığı tablo.. Rusya'nın St.Petersburg şehrinin dünyaca ünlü Hermitage müzesinde sergilenen bu tabloda, elleri bağlanmış yaşlı adam Cimon, dönemin iktidarı tarafından itirafa zorlanmak için açlığa mahkum edilmiş.. Yeni doğum yapan kızı Pero büyük zorluklarla gardiyanlara rüşvet vererek babasını ziyaret eder ve kendi sütüyle babasını açlıktan ölümden korumak için emzirir. Kızın yüzündeki endişe, kapıya baktığı aşikar tavrı, babasının omzunu şefkatle kavrayışı, güçlü duruşu ve cesareti yansıtmış. Babanın, kızının memesini emerken yüzünde oluşan o çaresizliğini, ellerini koyuş şekli ve vücut dili ile kabullenişini müthiş yansıtmış ressam.


Nasıl bakarsanız o'sunuz.. 

Ne okursanız o'sunuz..

Ne anlarsanız o'sunuz.. 

Bakış açımız bizi anlatır, baktığımız şey değil.. 

Bu tablo baktığın ile gördüğün şey aynı değildire müthiş bir örnek.. Sanatın gücü işte budur.."


Nesrin Arıkan

Kuydan çıkan gerçek

TABLO.. JEAN LEON GEROME  Kuyudan Çıkan Gerçek 1896  19 yüzyıl efsanesine göre gerçek ve yalan bir gün buluşurlar. Yalan doğru söyler ve  " bugün hava çok güzel” der.  Gerçek onun etrafına bakar ve gözlerini gökyüzüne kaldırır. Gün gerçekten çok güzeldir.Bir kuyunun önüne gelene kadar birlikte çok zaman geçirirler  Yalan doğru söyler. " su çok güzel, birlikte banyo yapalım!"  Gerçek şu ki, bir kez daha şüpheci bir şekilde suya dokunur,su gerçekten çok güzeldir. Soyunur ve yüzmeye başlarlar.  Yalan bir anda  sudan çıkar, gerçeğin kıyafetlerini giyerek kaçar kayıplara karışır. Kızgın gerçek kuyudan çıkar  yalanı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yere gider. Dünyada çıplak gerçeği görenler  onu hor görmekte ve öfkeyle bakmaktadır.   Zavallı gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur.  O zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş ve  içimizde yaşamaktadır. Dünya ise  hiçbir şekilde çıplak gerçeği görmek istememektedir.

1 Eylül 2018 Cumartesi

İnanmak istiyorum

Arkadaşlar bir yazılımcı olarak mevzuyu şöyle açıklayayım. Her şeyden önce hortum meselesi diye bir şey yok. Olsa şöyle olur böyle olur mevzusuna girmiyorum. Bankalardan bazılar rate publisher diye 3rd party bir yazılım kullanıyorlar.

#halkbank

Hani banka ekranlarında saniye başı güncelleniyo ya kurlar, bunu bu program yapıyo işte. Velhasıl, bu programda dün gece bir hata yaşanmış. Dolayısıyla bu programı kullanan her bankanın kurları 2017 senesinin kurları olarak değişti.

Bu uygulamayı kullanan diğer bankalarda ara katmanda bir kontrol yazılımı var. Döviz işlemleri yapılma aşamasında bu yazılım, hatayı görüp işlem yapılmasını engelliyor. Fakat Halkbank maalesef böyle bir yazılım kullanmamış ve bazı işlemler gerçekleşmiş.

Dün gece de bütün ekip bu işlemleri geri almak için uğraşmış. Yani bu işten kimse hortumlama, köşeyi dönme olayı yapamaz arkadaşlar. Kaldı ki haksız kazanç muhabbetinden hukuken de dönüştürülen bu para geri alınır yani.

John Mc Cain ardından

John Mc Cain'e ne görkemli bir cenaze yapıyor adamlar...Bütün eski başkanlar orada. Bush konuştu. Obama konuşuyor ve Henry Kissinger konuştu ki kendisi yüz yaşında falan olmalı...Muhalifleri dahil herkesin saygısını kazanmak ne kadar övgüye değer...Hani öyle ki birazdan göz yaşları içinde Vietnamlı eski gardiyanı çıkacak kürsüye...

By: Barış Bilen