2 Kasım 2018 Cuma

Beze'nin kimyası

Yumurta akının çoğu sudur %90 kadarı. Yumurta akını oluşturan proteinler (amino asitler) ikiye ayrılır bir kısımı hidrofilik bir kısmı ise hidrofobiktir. Suyu seven ve suyu itenler diyelim. Çırpmaya başlayınca protein zincirleri kırılır ve bir anlamda suyu sevenler yüzlerini suya dönerek bağlanmaya çalışırken suya sevmeyenler ise kendi içlerine dönerler ve etrafta buldukları (çırpmanın etkisi ile) havayı içlerine hapsederek sudan kaçarlar. Köpürme dediğimiz işlem işte bu protein denatürizasyonu İle olur. Bir anlamda dışı protein kaplı hava küreleri oluşur. Hızlı çırpmak çok faydalı olur. Biraz asit (limon suyu ya da sirke) çok çok faydalı olur. Çünkü asit protein denatürizasyonuna yararlıdır. ( asitli ortamda bekleyen etler bunun için yumuşar mesela) 

Ancak çırpmanın süresi de önemli su ayrışması başlamadan durmak gerekir çünkü bağlar zayıflar ve çürüme başlar. 
Yağ ise baş düşmandır. Onun için yağlı olan yumurta sarısı kaçarsa köpürme olmaz. Onun içen yağ emmiş olabilecek plastik ve tahta kaplar asla önerilmez. Ve elbette sıcak şeker şurubu çok iyi gelir çünkü ısı denatürizasyona yararlı olur ve sağlam bir yapı oluşturur. 


Alıntı: Muzaffer Erdal Kılıç

30 Ekim 2018 Salı

Murphy Kanunları

Murphy kanunları ...( Edward Murphy 1949'da; insan bedeninin en fazla ne kadar ivmeye dayanabileceğini bulmasını sağlaması gereken, U.S. Air Force'un roket nakliye programı için mühendis olarak test alanında bulunuyordu. Çok pahalı olan bu deney sırasında denek üzerine 16 adet ölçüm cihazı bağlandı. Birisinin tüm cihazları yanlış bir yöntemle bağlaması, deneyin başarısız olmasına yol açtı. Bu deneyim Murphy'nin temel kanununu oluşturmasını sağladı.)


"Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir."

"Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir."

"Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır."

"Bir şeyin olma olasılığı, isteme olasılığı ile ters orantılıdır."

"Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi vuku bulacaktır."

"Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir."

"Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi."

"Ne kadar beklersen bekle istenmediği zaman gelecektir."

"Çözülen her problem yeni problemler yaratır."

"Her şey yolunda gidiyorsa, kesin bir terslik vardır."

19 Ekim 2018 Cuma

İşte Atatürk bu toplumu örgütleyip, savaş kazanıp, medenileştirdi..

Ahmet Haşim’in, 3 Eylül 1919 da Anadolu’nun İçler Acısı Halini Anlatan Mektubu

Cumhuriyet’in ve Türk Kurtuluş Savaşı’nın hangi şartlar altında başlatıldığını ve sürdürüldüğünü anlamak adına , 3 Eylül 1919 tarihli bu mektubu iyi etüt etmek gerekir.

Ahmet Haşim’in, 3 Eylül 1919 yazında Manisa milletvekili Refik Şevket beye yazıp gönderdiği mektuptan…

“Sevgili Refik,

İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişhatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?

Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir. 

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde(mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. 

Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim. 

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar.

 Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zenbereğidir. Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi. Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride Güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. 

Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. Fakat, bunlar, nadirlerdendir., Refik. Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe Heyet-i Teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra İstanbul’a gidiyorum.

Ahmet Haşim 3 Eylül 1919

“ Kaynak: Güzel yazılar-Mektuplar—Türk Dil Kurumu Yayınları(s.67–72)

17 Ekim 2018 Çarşamba

13 Ekim 2018 Cumartesi

Atatürk borç almadan fabrikalar açtımı?

''Atatürk borç almadan fabrikalar açtı.'' söylemi doğru değildir. Dilerim bu söylenmekten vazgeçilir ve gurur yapmadan şunlar okunur, öğretilir... Devlet eğer üretime dayalı bir politika izliyorsa vergi/kredi alır; almalıdır. Atatürk'ün ekonomi politikaları, başlı başına bilimsel bir devrim ve bütün devletlere örnektir. Çok kısa yazacağım için affediniz, durum şöyle izah edilebilir...


Osmanlı döneminde aşarın yanında 12 çeşit ağır vergiler alındı. Evliysen vergi, evli değilsen yine vergi(Resm-i Çift, Mücerred, Arusane, Bennak). Öküzün varsa vergi, kaybolduysa yine vergi(Yave, Adet-i Ağnam). Ekiyorsan vergi, ekmiyorsan yine vergi(Bac-ı Bazar, Çiftbozan). Sefere gidiyorsan vergi, oğlunu sefere gönderdiysen vergi(Resm-i Nüzul, Seferiye-Hazariye). Üretim karşılığı olmayan zam ve vergi ile devlet nasıl ayakta kalabilirdi; ganimetle mi? Cumhuriyetin ilânıyla çiftçinin, üreticinin sırtındaki bu tuhaf vergiler kaldırıldı. Peki devlet neyle beslenecekti? Bakınız henüz 1925'te 682 nolu kanunla yerli tohum bedavaya dağıtıldı. 711.000 hektar arazi, öküzüyle beraber köylüye dağıtıldı. Amelelik gitti, işçi olmak geldi. 1924-1930 arası tarımı destekleme kredisi 17 milyondan 35 milyona çıktı. Çağdaş tarım için tarım okulları açılırken; o okullarda okunabilmesi için millet mektepleri de açıldı. 


Rusya ve Avrupa'dan elbette krediler alındı; sermaye olmadan iş kurulur mu? Rusya'dan alınan krediyle Kayseri, Nazilli, Malatya pamuklu dokuma fabrikaları, Avrupa'dan alınanlarla Karabük demir-çelik gibi fabrikalar kuruldu. 1927'de sanayi teşvik kanunu çıkarılırken; şaşırtıcıdır ki 1930 yılında tahıl ve un ithalâtı yasaklanmıştır. Böylece tahıl üretimi 3 milyon ton arttı. 1935/1938 arası Almanya ile ihracat %15'ten, %44'e çıkmıştır. Dokuma, maden, kağıt, kimya, cam, çimento gibi sektörlerde uygulanılan devletçilik ilkesiyle ile -sadece yerli üretim ile- tüm talebin %80'ini karşılanmış. Tüm bunlar 1929'da dünya ekonomik buhranı sırasında oluyor. İlk 5 yıllık kalkınma planı 1934'te başarıyla uygulandı. Atatürk vefat etmeseydi, 112 milyonluk 2. kalkınma planı yapılacaktı hem de ağır makine sanayiye. Kısaca Atatürk, aldığı bütün krediyi üretime, eğitime, sanata, harcamış; üretim yapıldıkça diğer devletleri Türkiye'ye muhtaç hale getirmeye çabalamıştır. 1500 yıl önce Çin'in ipeği kullanarak Göktürkleri kendisine bağımlı kılması gibi... 1925'te bile dünya fındık fiyatlarını Ordulu fındık üreticileri belirliyordu. 


Kısaca Atatürk sadece vergi alarak, zam yaparak devleti ayakta tutmak yerine; aldığı krediyle çiftçinin daha fazla üretmesini sağlamış, vergiyi bu üretimden almıştır. Böylece hem borç ödenmiş, hem millet, hem devlet zenginleşmiştir. Peki yıllar içinde neden ekonomi zayıflamıştır? Çünkü kendi ineğimizin sütünü sağmak yerine, Amerika'nın süt tozunu satın almak daha kolay geldi. Ayrıntılar için Kafkas Ünv-Atatürk dönemi Türkiye Ekonomisi makalesi, 1982 Ankara Ünv - Atatürk dönemi ekonomi politikası ve Türkiye'nin ekonomik gelişmesi okunmalıdır.


 -Ertürk Özel-

Günün anlam ve önemine dair..

Bir gün ağa en görkemli atıyla ve yanındaki marabasıyla köyün yolunu tutar. Marabanın ata hayran bakışlarını fark eden ağa bir oyun etmek ister. Marabaya seslenir:

-Lan Mehmet! Yerdeki hayvan bokunu yersen bu atı sana vereceğim.

Mehmet bir ata bakar, bir de üzerinde sineklerin uçuştuğu hayvan pisliğine… Normalde yapılacak iş değildir ama böyle fırsat da ele bir kez geçer. Hem kendini aşağılayan ağaya sağlam bir kazık atma, hem de ağanın yedi köyün dilinden düşmeyen, atına beleşten konma imkânı yakalayacaktır. Suratını buruştura buruştura ağzına aldığı pislik parçasını bu gayretle yutar. Ağa şaşkındır. Bunu hesap etmemiştir. Lâkin bir kere olan olmuştur.

Ağa sözünü çiğneyecek geniş karınlılar takımından olmadığı için el mecbur atı maraba Mehmet’e verir; kendisi yola revan olur.

Köye yaklaştıkça ağa iyice huzursuzlanır. Yol eğlencesi kabilinden başladıkları ufak oyun iyice tatsız bir hâl almıştır. Birazdan ata kurulmuş Mehmet’i ve yanında yalın ayak, başı kabak ilerleyen ağayı görünce köy ahalisinin kendine olan saygısı buhar olup uçacaktır.

Mehmet de attan hevesini almıştır. Ağanın huzursuz kıpırdanmalarını da fark edince, oyun oynama sırasının kendine geldiğini fark eder maraba Mehmet.


“Ağam” der, “Köye böyle girmemiz olmaz. Bunca yıllık emektârınım. Kimsenin seni böyle görmesini istemem. Gel şu atı sana geri vereyim.”


Ağanın gözleri parlar. Mehmet’i can kulağı ile dinlemeye devam eder.


-Fakat bir şartım var. şu hayvanın pisliğinden bir avuç da sen yiyeceksin.


Durumun vehametini iliklerine kadar hisseden ağa, Mehmet’in isteğini kabul eder ve gerekli şartı tamamlar.


Yine maraba Mehmet yayan, yine ağa atın üzerinde... Tam köye girmek üzerelerken, Mehmet hikâyenin hülasası olan cümleyi söyler:


-Ağam, at en başta sendeydi. Şimdi yine sende. Peki biz bu boku niye yedik?

8 Ekim 2018 Pazartesi

Eşcinsel Terimler Sözlüğü / Kelavca / Lubunca / LGBT Argosu / Eşcinsel Jargonu‏

Kelav : fahişe 

Lubun : oğlan - kadınsı oğlan


Kelavca / Lubunca 

Yaklaşık dört yüz kelimelik bir dil olan Kelavca/Lubuncanın kökenini 17. ve 18. yüzyıllar arasında köçekler ve tellaklardır. Zamanla gelişmiş ve neredeyse tüm Balkanlara(Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan) yayılmıştır.

Günümüzde travestilerce geliştirilen ve birçok LGBT (Lezbiyen Gey Biseksüel Transeksül) bireyin konuşabildiği bir jargon haline gelmiştir.

Kelavca / Lubunca; 

Yunanca, Arapça, Ermenice, Kürtçe , Fransızca  ve Çingene argosundan gelen  kelimelerin harmanlanmasından oluşmuştur


-a-

alıkmak :

(1) yapmak,etmek (yardımcı fiil)

(2) kur yapmak,ilgilenmek,sarkmak

(3) itiraf etmek

albergo : otel 

altım: yanımdaki 


-b- 

balamoz : yaşlı erkek 

balina: asker 

but :  büyük, çok... örn: but şugar (çok güzel), but similya (büyük penis) 

belde : para 

beldeli koli: paralı karşılığı cinsel ilşki

beldeli laço : satılık erkek, jigolo

balamoz:yaşlı erkek.

baron : zengin yaşlı erkek. 

badem: göz

badem şekeri : bahriyeli

babilof : dışkı

beybi (bk. paparon) : polis 

bare : lira, türkiye lirası, TL


-c- 

concon : testisler(hayalar) 

cici : meni 

cici naşlatmak : boşalmak 

cıvır : küçük sayılabilecek kız 


-ç- 

çark yapmak : dolaşmak, aranmak, volta atmak

çarka çıkmak: sokakta dolaşıp koli aramak 

çorlamak : çalmak, hirsizlik yapmak

çorcu : hırsız 

çangal : ayakkabı

çerçeve: yüz


-d- 

digin : 

(1)hem aktif,hem pasif, çift tarafli erkek 

(2) yakışıklı lezbiyen

domez : getir götür işleri yapan


-e- 

elvan : orta boy ( genellikle penis boyutlarını tarif ederken kullanılır)

ezik(yapmak): dövmek,bağırmak,kötü söz söylemek, küfür etmek

emrah : eşcinsel olmayan arkadaş yada cinsellik yaşanılmayan arkadaş


-f-

faraş : çok cinsel ilşkiye girmekten dolayı anüsü genişlemiş


-g- 

gullüm : eglence, gırgır, şamata

gacı : kadin 

gacıvarı : kadinsi 

gerim: ben


-h- 

haputka (putka): kadınlık organı, 

hatay?a gitmek: 31 çekmek (hatay?ın plakası) 

habbe : yemek

habbe alıkmak: yemek yemek

hoy (bk. nakka) : yok  (örnek; koli hoy = koli yok = müşteri yok)


-i-

inci : diş


-k- 

ka : kalite, kaliteli

kelav : fahişe

kür : yalan 

kür alıkmak: yalan söylemek 

kür koli vermek: anal cinsel ilişki esnasında kandırmak , cinsel organı içine almayıp, 2 bacağını kıstırıp arasına almak.

kezban : saf, tecrübesiz, eşcinsel aleme yeni düşmüş 

kaşar : tecrübeli 

kevaşe:orospu

köfte yapmak : karşı tarafın penisiyle oynamak 

koli : 

(1) anal cinsel ilişki

(2) müşteri

(3) yatak arkadaşı

koli kesmek : anal cinsel ilşkide bulunmak

koliye naşlamak: cinsel ilşkiye gitmek, müşteriye gitmek

kürdan : küçük (genellikle penis boyutlarını tarif etmek için kullanılır) örn: kürdan similya (küçük penis) 

kakiz naşlatmak: büyük abdestini yapmak

kolika : makyaj 

kolika alıkmak: makyaj yapmak 

kolitirika naşlatmak: tüyleri kesmek,ağda yaptırmak 

kukiriklenmek : uyumak

kuşka (kuçka) : transeksüel vajinası 

(kadın vajinasına "putka" derler)

künek : götlek, pasif eşcinsel


-l- 

lapış alıkmak : öpüşmek 

lubunya : pasif escinsel 

laço :

(1) aktif

(2) yetişkin aktif erkek (30-35 yaş arasi)

(3) erkek, koca

laçovari : erkeksi 

lavaş alıkmak:

cinsel ilşki öncesi anüs temizliği (Banyoya girilir, su hafifçe açılır ve banyo hortumu anüse dayanır. Su yavaş yavaş bağırsaklara akar. Bir süre su bağırsaklarda bekletilir sonra tuvalete gidip boşaltılır.  Bağırsaklar tamamen temizlenen kadar bu işlem ard arda yaklaşık 3-5 defa yapılır. Amaç anal ilşki esnasında bağırsakların temiz olmasıdır.)

laki: ahlak polisi

lafonten : telefon

 

-m- 

manti : genç aktif erkek (17-20 arasi) 

madi : kötü, fesat, huysuz,pis,çirkin,bela,delilik, kalitesiz, uyduruk, olumsuz

madilik : kötülük, bela çıkartmak,delirmek 

madi şugariyet : kesici delici alet

minco : popo,kıç,anüs 

maydanoz : saç

motofor : dışkı

muş : burun


-n- 

naşlamak :

(1) gitmek,kaçmak

(2) kalkmak

(2) penisin sertlesmesi, ereksiyon

nafta :  (25-30yaş) arasi erkek

nakka : hayır - yok - burada değil - benden bu kadar - pes ettim

nakka trika : tüysüz (sakal yok) - (trika: sakal)

nakinta : çirkin

naciye: esrar


-p- 

paparon (beybi): polis 

piyiz (pi'iz) : içki 

piyiz (pi'iz) alıkmak : içki içmek

pişar naşlatmak: işemek 

papik: kafa yapmak için alınan uyuşturucular

putka : kadin cinsel organi 

puri : yasli escinsel 

pöçük(bk. digin): erkek gibi görünüp koli veren (pasif olan)

peniz: sohbet, muhabbet

peniz alıkmak : sohbet etmek, konuşmak


-s- 

similya : penis 

sipet : oral seks

sipet alıkmak : oral sex yapmak  

sipsi : sigara 

sipsi alıkmak : sigara içmek

sirkaf : ev - cinsel ilşki için uygun ev 

sürüngen : parklarda, barlarda escinsel arayip, onlarin sirtindan geçinen, 

hirsizlik yapan, güvenilmez erkek 


-ş- 

şugar : güzel, hos, tatlı... yakışıklı 

şil : belalı, psikopat

şugariyet : takı, ziynet eşyası

şovşak : bluğ çağı erkek çocuk 

şorşak : çocuk 


-t- 

tita : meme 

tato : hamam 

tikelmek : bakmak

tutmak : hoşlanmak

taliga : araba

talikatör : taksici - arabayı kullanan kişi

tarika : bıyık

trika : sakal

tariz : aşık,sevgili


-v-

vakko alıkmak : telefon numarası vermek


-z-

zırıl zırıl (şırıl şırıl) : tavırları ve hareketleri fazlaca kadınsı olan


-rakamlar ve türkiye lirasının kelavca / lubunca karşılıkları-

1 TL : rib bare

2 TL : ki bare

3 TL : çü bare

5 TL : şeb bare

10 TL : no bare

50 TL : li bare

100 TL : zü bare

200 TL : kizü bare

1.000 TL : ribni bare

2.000 TL : kini bare

1 Ekim 2018 Pazartesi

Atatürk kimin çocuğu ?

Vasilis Dimitriadis, 1955-1984 yılları arasında Selanik’te bulunan Makedonya Devlet Arşivi’nin müdürlüğünü yapmış, Girit Üniversitesi’nden emekli olmuş 86 yaşında bir tarih profesörü.

2010 yılında 80 yaşındayken Yunanistan’daki arşivleri didik didik tarayarak yazdığı “Bir Evin Hikâyesi; Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler” adlı çalışması Türk Tarih Kurumu tarafından altı yıl sonra basıldı. Aslında 6 yıllık bir gecikmeyle basıldı demek daha doğru.


Çünkü, Dimitriadis 2010 yılında kitabını yazdıktan sonra Selanik’teki Türkiye Konsolosluğu’na teslim etmiş, konsolosluk kitabı ve belgelerin yer aldığı cd’leri Dışişleri Bakanlığı’na, onlar da Türk Tarih Kurumu’na göndermiş. Kitap tarih kurumunun bilirkişileri, çevirmenler, sebebi belirsiz düzeltme talepleri ile altı yıl bekledikten sonra nihayet geçen yıl yayınlanabildi. Gecikmenin sebebi meçhul. Ama üzerine az şey yazılmış bu kitap sayesinde ilk defa Atatürk hakkında “1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi’den” daha fazla şey biliyoruz artık. Profesör Dimitriadis, Selanik Ahmed Subaşı Mahallesi Numan Paşa Sokak No: 6’daki meşhur Pembe Ev’in arşivlerde izini sürerken sadece evle ilgili değil, Atatürk ve ailesi hakkında da ilk defa ortaya çıkan ve bugüne kadarki pek çok şehir efsanesini bitirecek belgelere ulaşmış.


Öncelikle bugün Selanik’te hâlâ Atatürk’ün doğduğu ev olarak ziyaret edilen ama bazı yerlerde “aslında o Atatürk’ün evi değil, sonradan ona yakıştırılmış” denen ev gerçekten Mustafa Kemal’in doğduğu ev. Evin bulunduğu semt Selanik’te Türklerin yaşadığı Bayır adı verilen bölge. Semtin adı Rumeli Beylerbeyi Koca Rasim Paşa’nın yaptırdığı camiden geliyor. Evin bulunduğu bölgede oturan erkekler genelde kereste işiyle meşguldüler. Bu erkeklerden birinin adını iyi biliyoruz; Ali Rıza Efendi. Çocukluğumuzda okul köşelerindeki tek kare resmi dışında ilk defa bu kitapla Ali Rıza Efendi’yi biraz daha yakından tanımış oluyoruz. Kitaptaki emlak kayıtlarına göre onun da mesleği “Keresteci”. Ama daha ilginci kayıtlarda ilk kez Ali Rıza Efendi’nin 18. yüzyıla kadar uzanan şeceresi yer almakta. Şecereye göre Ali Rıza Efendi’nin babasının, yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı Ahmed. Ali Rıza Efendi’nin büyük babasının adı ise Mustafa. Yani Mustafa Kemal’e dedesinin adı verilmiş.

Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ı da daha yakından tanımamızı sağlayan bilgiler var. Zübeyde Hanım’ın ailesi o çağa göre nadir olan kadınların iyi eğitim aldıkları bir aile. Babasının adı Ömer, eşinin adı Halil olan büyükannesi Emine, “Molla” sıfatıyla kayıtlarda yer alıyor. Bu dinî eğitim almış kadınlara verilen bir sıfat. Teyzesi Fatma da “Molla” olarak geçiyor. Zübeyde Hanım’ın annesinin yani Mustafa Kemal’in anneannesinin adı Ayşe, babasının yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı ise Feyzullah (Onun babasının adı da İbrahim) Zübeyde Hanım’ın meşhur kargaların kovalandığı çiftlik hikâyesinde geçen kardeşi, yani Mustafa Kemal’in dayısının adı ise Hüseyin Ağa. 1899’dan önce öldüğü dışında hakkında fazla bilgi yok…


Farsça “kasımpatı” anlamına gelen çok sık kullanılmayan bir isme sahip olan Zübeyde Hanım’ın belgelerde şahsi mührü de var. Mühürde “cüllat-i güldar-i Zübeyde” yazılı. Yani “İçinde kasımpatı çiçekleri olan palmiye yapraklarından yapılmış sepet.”


Kitaptaki belgelere göre 1875 yılından önce yapıldığı tespit edilen Pembe Ev’in ilk sahibi Ferhad oğlu İskender’dir. Evin üç el değiştirdikten sonra 1877 yılının Aralık ayında Hatice Zarife tarafından 52/72’lik hissesi Keresteci Ahmed oğlu Ali Rıza’ya satılır. Geri kalan hisseleri ise Mart 1878’de Feyzullah kızı Zübeyde alır. Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ın eşinin adıyla değil de babasının adıyla geçmesinin sebebi evi satın aldıklarında belki evlenmemiş, belki nişanlı olmaları ya da kayıtlarla ilgili bir sorun olabilir. Ama 1878’de ev toplamda 13.500 kuruşa Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım çiftinin olmuş. Belediyeden bir mimarın gelip ölçülerini aldığını yine kitaptaki emlak kayıtlarından öğrendiğimiz ev, dokuz oda bir mutfaktan oluşan büyük bir konak ve 341 m2’lik bir arsa üzerine kurulu. Üç yıl sonra 1881’de bu evde Mustafa dünyaya gelecek ve sekiz yıl bu evde yaşayacaktır.

Yine kayıtlardan Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın evlerinin hemen yanında beş odalı başka bir ev daha inşa ettirdiklerini de öğreniyoruz. Hatta bu mülkleri daha sonra aralarında paylaştırmışlar ama paylarını ortak kullanmaya devam etmişler. Ta ki 1887’ye kadar...1887 yılında yani Mustafa Kemal 6 yaşındayken Ali Rıza Efendi hayatını kaybeder. Tam ölüm tarihi ve ölüm nedeni kayıtlarda mevcut değil ama mirasının “şeri mahkeme” tarafından tasdik edildiği 13 Nisan 1877’den önce vefat ettiği kesin. 


Keresteci Ali Rıza Efendi’nin mirası eşi, oğlu Mustafa ve kızları Makbule ile Naciye arasında bölüştürülmüş. 


Atatürk’ün az bilinen kız kardeşi Naciye’nin adı ise en son Ocak/Şubat 1888’de emlak kayıtlarında geçmiş. Kitaba göre muhtemelen bundan kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiş. Ali Rıza Bey’den kalan miras ailenin o günlerde maddi olarak zor günler geçirdiğini gösteriyor. Defni için 500 kuruş harcanan Ali Rıza Efendi’den Zübeyde Hanım’a 751 kuruş, oğlu Mustafa’ya mirasın yüzde 44’ü olan 1.929 kuruş ve iki kızına da 964’er kuruş kalmış. Tabii bir de ederi 35.010 kuruş olan bir ev. Ama kayıtlarda Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki “Stambul Çarşısı” esnaflarından Nuri Efendi’ye 28.800 kuruş borcu olduğu görülmekteydi. Nuri Efendi mahkemeye başvurarak Ali Rıza Efendi’nin, borca karşılık evini rehin olarak verdiğini iddia eder ve Pembe Köşk’ü ister. 


Mahkemede Zübeyde Hanım bu borcu inkâr eder. Mahkeme kayıtlarındaki belgede Nuri Efendi’nin bariz şekilde sarhoş olduğu ve mahkemeye sunduğu belgenin bağlayıcı olmadığı yazmaktadır. Sonunda mahkeme evin Zübeyde Hanım’da kalmasına karar verir. Ama Zübeyde Hanım eşinin vefatından kısa bir süre sonra küçük evi satar, büyük evi de rehin vererek Mustafa ve Makbule’yi yanına alıp Selanik yakınlarındaki Langaza’daki ağabeyi Hüseyin Ağa’nın yanına taşınır. Ama Mustafa’nın iyi bir eğitim sürmesini isteyen Zübeyde Hanım, onu yine Selanik’teki evlerine yakın teyzesi Fatma Molla’nın yanına gönderir. 1899’da annesi vefat eden Zübeyde Hanım’a teyzesinin oturduğu bu ev miras kalır. Ardından daha küçük bir eve geçerler, 1906’da aile tekrar Pembe Köşk’e döner. Bu arada 1908’de artık bir subay olan Mustafa Kemal’in de aynı mahalleden iki ev aldığını öğreniyoruz. İlginç detaylardan biri de Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Abbas. Günün sonunda Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım, üç evini bırakarak İstanbul’a gidiyor. Ama ikinci eşi Ragıp Abbas Selanik’te kalıyor. Evlerin mülkiyeti için dava açıyor ama kaybediyor. Evler önce terk edilmiş mallar olarak tescilleniyor, sonra başkalarına satılıyor. 1933 yılında Selanik Belediye Meclisi Pembe Evi satın alarak Atatürk’e hediye ediyor. Aslında satın aldıkları evin Zübeyde Hanım’ın mülkü olduğunu bilmeden... Kitap bir polisiye gibi bu evlerin izini sürüyor. 


Ama bence en dikkat çekici yeri Ali Rıza Efendi’nin mirasında bir miktar parası ve ev dışında sıralanan kalemler:

45 kuruş değerinde 6 sof ceket ve bir yelek

20 kuruş değerinde 1 köhne pantol

40 kuruş değerinde 1 palto

20 kuruş değerinde 1 sandık

5 kuruş değerinde Lügat-i Osmani

10 kuruş değerinde Miftah’ul Kulub

Mirastaki son maddede duralım. Miftah’ul Kulub yani “Kalplerin Anahtarı”, Abdülkadir Geylani’nin 15. göbekten torunu Muhammed Nuri Şemseddin Nakşibendi’nin (1801-1863) yazdığı hâlâ daha basılan ehl-i tariklerin en çok rağbet ettiği, tarikat yoluna girenlere okutulan popüler kitaplardan biri.

Şöyle başlıyor:

“Bu eserin derlenip yazılmasına kalkmaya ve başlamaya sebep olan durum şudur: Hicrî 1259 (M. 1843) yılı rebiülâhir ayında, kendi hücremizde teveccüh halindeydik. Bu hâlde bulunduğumuz sırada; Enbiyanın Sultanı Evliyanın Asfiyanın Müttakilerin Baş Tacı Efendimiz Hazretleri zuhur etti. Allah, ona. salât ve selâm eylesin.

Bu hiçbir şey hükmünde olan kula; ihsan, mürüvvet, lütuf ile şöyle buyurdu:

-Nuri, evlâdım, vakitler bir başka oldu. Âşık, sadık, mana yüzünü görmeyi isteyen ümmetlerim; esenlikle yollarını bulup hoşnutluk yoluna bel bağlayarak vuslat sırrına nail olsunlar.

Sofilerden bazısı da; arada vasıta olmadan takvası üzere giderek, yollarını düzeltmek için özlerine bir kabiliyet gelsin. Zira, bir alay kimseler vardır ki; ehlullah kisvesini giymiş, kemer bağlamış, başına taç giymiş, şeriatıma da itibar etmemiş durumdadır. Geçen hâlinden ve tecellisinden söz ederek; ehlullahın yazdıkları risalelerden ve şiirlerden ezberleyip meclis meclis gezip o hâllerden dem vururlar...”

Mirasında çocuklarına bir Osmanlıca sözlükle birlikte bu kitabı bırakan keresteci Ali Rıza Efendi’nin de ehl-i tarik olduğunu (Kadiri ya da Nakşi) tahmin edebiliriz. Mustafa Kemal ise 1925 yılında bu kitabı okuyanların tekke ve zaviyelerini kapatmıştı. Muhtemelen bu kitap da uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer aldı. Bu başlangıcı yüzünden çokça eleştirilen kitabın ancak 1976 yılında Latin harfleriyle basılması bunu gösteriyor. Yine de emin değiliz. Babasından miras kalan kitap hâlâ kütüphanesinde mi diye merak edip Anıtkabir sitesindeki Atatürk’ün kitapları bölümüne bakarsanız, benim gibi bulamayabilirsiniz. Belki de depodadır. Ama Vasilis Dimitriadis’in “Bir Evin Hikâyesi” muhakkak kitaplığınızda olmalı. Kitabı okurken, borç içindeki keresteci babasından az bir parayla birlikte bir tasavvuf kitabı miras kalmış, dedesi Mustafa’nın adını taşıyan, iyi bir dinî eğitim almış güçlü bir annenin himayesinde yetişmiş Mustafa Kemal’in şahsında bütün bir 200 yıllık sorunlar, travmalar gözlerinizin önünden geçiyor. Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açarken arkasındaki levhada Şûrâ suresinin 38. âyeti asılıydı:

“Ve emruhum şûrâ beynehum”... 


Orada emredildiği gibi işlerimizi hâlâ istişare ile yürütmeye, daha çok konuşmaya, birbirimizi anlamaya ihtiyaç var. Çünkü ortak bir hikâyenin çocuklarıyız...

30 Eylül 2018 Pazar

İstanbul’u Nasıl Bilirdiniz ?

"Ben Sıraselviler’in selvilerini görmedim ama, Şişli Sıracevizler’in ceviz ağaçlarını, bilirim.

Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu olduğunu, bilirim.

Şimdi Taksim’de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir kışla binası olduğunu , bu kışla avlusunda İstanbul’daki futbol milli maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim .

Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul’da yaşamanın rahatlığını, şehrin her yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini, bilirim.

İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını,bilirim.

Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak bile 

bir milyonu aşmadığını, bilirim.

Şimdi artık Gebze’den Büyükçekmece’ye kadar bütünleşen İstanbul nüfusunun on beş milyonu aştığını, bilirim.

İstanbul nüfusunun eskiden imparatorluk sentezi olduğunu, şimdi ise artık kasaba çeşitlemesine dönüştüğünü, bilirim.

Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu , her aşçıda elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri olduğunu, bilirim.

Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden 7,5 kuruş, et yemeklerinin 12,5 kuruş olduğunu bilirim.

Topkapı surları dışında hemen bağların başladığını, beş kuruş verip bağın kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu, bilirim.

Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam.

At kuyruğu kılından olta yapmayı, bilirim.

Samatya’dan kürekle Ahırkapı’ya girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.


Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları bilirim.

Lezzetli ve ucuz balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı Samatya’da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise dilimlenerek satıldığını, bilirim.


Bu nedenlerle, İstanbul’un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen yiyeceğin tanınmadığını bilirim.

İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul’da kebap istilası yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini:


1- Kebaptan Önce,

2- Kebaptan Sonra olarak ikiye ayırdığımı, unutmam.


Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve insanlara karşı bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir sıfat aranması gerektiğini, bilirim.

Hay bilemez olsaydım!"

-Aydın Boysan-


Röportaj: İstanbul Aralık 2014 

Fotoğraf: Foto Sabah Fotoğraf Stüdyosu.  Yanında çok sevdiği eşi, hayat arkadaşı Suzan hanım ve Aydın Boysan


İstanbul onları özlüyor.

Artık aramızda olmayan Boysan çiftine saygı ve teşekkürlerimizle...


-Oya İslimyeli Ulutin-

29 Eylül 2018 Cumartesi

BÜTÜN YOLLAR ROMAYA 'MI ÇIKAR ?

"Bütün yollar Roma'ya çıkar" 

çok bilinen sözdür. Zannedilir ki. İtalya'nın başkenti Roma için söylenmiştir. Ama kastedilen Roma, Nea Roma yani Yeni Roma, yani Konstantinople, yani İstanbul'dur.

Hikayesi ise şöyledir: 

***

Bizans İmparatoru Büyük Konstantin (272- 337), sadece beş bin kişinin yaşadığı Byzantium'u, Roma İmparatorluğu'nun başkenti yapmak ve yeni bir şehir yaratmak için 324 yılında kolları sıvar ve yedi tepeli şehri 14 bölgeye ayırarak işe koyulur.


Büyük bir saray (İmparatorluk Sarayı), Senato Sarayı, Aya İrini Kilisesi, Kutsal Havariler Kilisesi (bugün yerinde Fatih Camisi vardır), Ayasofya (başlar ama bitiremez), otuz üç bin kişilik bir Hipodrom, su kemeri, kendi adını taşıyan heykellerle süslü bir meydan (Çemberlitaş), annesi Augusteum adına bir meydan inşa edilir ve şehir ülkenin her tarafından getirilen antik sanat eserleri ile süslenir.


Şehrin korunması için eski surlar yıkılır ve yerlerine bugün hiçbir izi kalmayan Konstantin Surları inşa edilir. Ayrıca Ayasofya'nın önünden başlayarak Mese adıyla büyük bir bulvar (bugünkü Divanyolu Caddesi) açılır.


Altı yıl süren faaliyet sonunda ortaya muhteşem ve modern bir şehir çıkar. 11 Mayıs 330 Pazartesi günü geldiğinde yapılan büyük bir törenle Byzantium, Roma İmparatorluğu'nun başkenti olur ve şehre senatonun da kararıyla Nuova Roma- Yeni Roma adı verilir. Büyük törenlerle kutlama yapılır.

İki yıl kadar geriye döndüğümüzde yani inşaatın devam ettiği sırada bir gün baş mimar Leontius, İmparator Konstantin'e bir konuyu açar:

"Majeste, imparatorluk ailesi yakınlarının, senatörlerin ve devlet ileri gelenlerinin oturması için Kutsal Havariler Kilisesi'nin olduğu bölgeyi ayırdık. Halk için ayrılan bölge ise Küçük Limanla büyük Liman arası. Gerek küçük Liman ve gerekse Büyük Liman'ın etrafı ticaret erbabına ve denizcilere ayrılmıştır. Daha sonraki yıllarda yerleşim kendi mecrası içinde devam edecektir. Ancak bir noktaya daha işaret etmem gerekecektir. Bizim kanımıza göre Byzantium dünyanın merkezi haline getirilmelidir. Bunun için önce, halen Kudüs'te muhafaza edilen ve İsa tarafından dokunulduğu için kutsal sayılan bir taş vardır. İsmi Milion. Bu taşın getirilip yıkıntı halinde bulunan tapınağın (O sırada henüz Ayasofya yoktur) karşısına yerleştirilmesi uygun olur. Taşın olduğu yer dünyada (0/ Sıfır) noktası sayılmalı ve bütün mesafeler bu noktadan itibaren ölçülmelidir. Eğer bu gerçekleşirse, taşın hemen yanına bir büro inşa edilecektir. Bu büronun görevi başvuranlara o noktadan itibaren uzaklığı ve yolları gösteren haritalar satmak olacaktır. Bir örnek vermem gerekirse, Byzantium'dan Antakya'ya gidecek yolcular ve kervanlar buradan gelip harita satın alacaklar ve Antakya'ya kadar nasıl, hangi yolu takip ederek ve kaç günde gideceklerini bileceklerdir. Ayrıca yollar üzerinde konaklama yerleri de işaret edilecektir. Böylece Byzantium dünyanın merkezi haline gelecektir."

Gerçekten aynen öyle olur. Milion Taşı Kudüs'ten getirilir. Ayasofya'nın karşısına yerleştirilir. 1453 yılına kadar o taşın bulunduğu yer artık dünyada (0) noktasıdır. Onun için "Bütün Yollar Roma'ya çıkar", sözü Nouva Roma- Yeni roma yani Konstantinople yani İstanbul için söylenmiştir.

Başka bir ülkede olsa, ışıklarla aydınlatılan, özel önem verilen bir müthiş turizm cazibesi ve para basma makinesi haline getirilecek olan Milion Taşı, Ayasofya'nın karşısında pek de fark edilmeden, 1683 yıl boyunca ve zannımca boynu bükük öylece durmaktadır. Üstelik ismi yanlış yazılan tabelasıyla..

26 Eylül 2018 Çarşamba

Olgunluğun bana getireceği o doluluğu hissetmek için acelem var

Olgunluk dönemimde, kalan yıllarımı saydım ve yaşadığımdan çok daha az zamanım kaldığını keşfettim.

Bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi yılları büyük bir zevkle ve iştahla yedim, ama azalmaya başladıklarını hissedince artık teker teker, tadını çıkararak yiyorum.

Artık yasaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok.

Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen aptal insanlara destek olmak için de zamanım yok.

Vasatlıkla uğraşmak için de zaman ayıramam.

Şişmiş egoların bulunduğu toplantılara katılmayı hiç istemiyorum.

Artık dalaverecilere ve çıkarcılara tahammül etmiyorum.

Başarılı olmuş insanların yerine geçmeye can atan şu kıskanç insanlara hiç tahammülüm kalmadı.

Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların çirkin sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum.

İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular.


Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık.

Öz’ü istiyorum, ruhumun acelesi var. Pakette şimdi daha da az şeker kaldı..

İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce ‘oldum’ demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum.

Asıl olan, yaşamı değerli kılmış eylemlerinizdir.

Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla olmak istiyorum.

Evet, olgunluğun bana getireceği o doluluğu hissetmek için acelem var.

Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem.

Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve huzurla dolu olmaktır.

Umarım sizin için de aynısı olur, çünkü her halükarda yaşlanacaksınız…’

Evolution of the Latin Alphabet

Ey Tanrım

Ey Tanrım ;

Varsan ve sesimi duyuyorsan; sana Tanrım diye seslenmekle hata ettiysem beni bağışla. Gerçi kusur bende değil bize senin ismini çok farklı bildirenlerde. “Allah” mı demeliydim yoksa “Yahve” mi? Tao mu demeliydim yoksa Eloha mı? Her kitabında ismin farklı. Tabi o kitapların senden olduğu da şüpheli. Şaşkınlığımı hoşgör Tanrım..

Tanrım sen neredesin? Buna akıl erdiremedim. Kutsal kitapların hem “O her yerde” diyor, hem de “Gökte”. Bu nasıl oluyor Tanrım? Gök diye herkes yukarı bakıyor. Ama Evrende yukarısı neresi, aşağısı neresi ona da akıl erdiremedim. Türkiye’den yukarı bakınca ile, Yeni Zelanda’dan yukarı bakınca uzay koordinatları çok farklı olmuyor mu Tanrım? Yoksa bize mi yanlış öğrettiler?

Yoksa onlar yeri uçsuz bucaksız düz bir toprak, göğü-uzayı da yerin üstünde bir kubbe mi sanıyorlardı?


Ey Tanrım ;

İsrailoğullarına sayısız peygamber gönderdin. Bildiğimiz peygamberlerin Muhammed hariç nerdeyse tamamı Yahudi. Kur’an’da ise her kavme bir peygamber gönderildiği yazılı. Ama biz bilmiyoruz. Türk peygamber, Hint peygamber, Rus , Alman, Japon, Çinli peygamber geldiyse onları neden bilmiyoruz Tanrım? Bu haksızlık değil mi? Neden sadece Yahudi peygamberler tanınıyor?


Niçin peygamberlerin getirdiği hükümler hep farklı. Birisine göre domuz, şarap haram. Diğerinde helal. Kimisinde sünnet var. Kimisinde yok. Kimisi Kudüs’ü kıble ediniyor. Kimisi Kabe’yi. Kimisinde zina eden taşlanıyor. Kimisinde kırbaçlanıyor. Birisi cumartesi kutsal gün diyor. Diğeri cuma. Öbürü pazar. Birinde ezan okunur, diğerinde çanlar çalar. Tapınakların niçin farklı her yerde? Kiminde secde edilir, kiminde oturarak dinlenir. Kiminde ise dönülür, oynanır. Birisi “Üzeyr Tanrı’nın oğlu” diyor. Diğeri İsa. Öbürü de “Yaratmasaydım Muhammed’i yaratmazdım alemi” dediğini yazıyor. Bunların hangisi doğru?

Neden kimi peygamber dünya nimetlerinden uzak durmuş, hiç evlenmemiş de, kimisi ise harem kurmuş, saltanat oluşturmuş? Hem neden babadan oğula peygamberlik verdin? Kendisi peygamber oğlu, torunu, torununun torunu da peygamber. Yok muydu başka düzgün insan? Yoksa neden yaratmadın da kafamızı böyle karıştırdın?

Madem bunları gönderen sensin, bunlara ayrı dinler niye kurduttun? Neden hepsi birbirine düşman? Neden sonradan gelenler öncekileri kabul ediyor da, öncekiler sonradan gelenleri kabul etmiyor? Niçin yüzyıllardır aralarında savaşıyorlar? Hangisi kutsal toprak? Kudüs mü? Yoksa Mekke mi?


Madem hesap günü var, mizan var, hesap ortaya çıkmadan kabir azabı neden? Yoksa yalan mı?

Ya cennet cehennem? Huriler, gılmanlar doğru mu?

Peki ya ebedi cehennem? Doğru mu gözlerini, kulaklarını perdeleyip, kalplerini mühürlediğin ve isteselerde inanamıyacak durumda olan insanları sonsuza kadar ateşte yakacağın?


Kime inanalım, kime güvenelim ey Tanrım?

Eğer bu din ve mezheplerden herhangi biri doğruysa, bu doğru olan din veya mezhebi keşfedemiyenlerin hali ne olacak? Bunun günahı vebali o doğruyu keşfedemiyenler mi?

Bunca çelişki arasında, sen insan olsaydın doğruyu bulabilir miydin ey yüce Tanrım?

Sen kalbi mühürlü bir insan olsaydın ebedi cehennemi haklı bulabilir miydin?


Tanrım senden dileğimdir;

Bugüne kadar çelişkiler içinde bıraktığın gelmiş geçmiş tüm insanları yargılayacaksan eğer inançlarından dolayı değil, amellerinden dolayı yargıla. İnançlarından dolayı yargılamayı düşünüyorsan eğer, geçmişte yaşamış olanları değil, bundan sonra yaşayacak insanları mühürsüz, perdesiz yaratarak ve onlara kesin delillerle, çok dil bilen, birçok konuda ihtisas sahibi, insanları her konuda aydınlatacak ve gelecekteki insanlara da kalıcı kanıtlar bırakacak, inanılır, güvenilir, bilgeliğiyle, erdemiyle örnek bir elçi gönder. Öyle 10-15 eşi, bir yığın cariyesi ve kölesi de olmasın ama. Kimseyi öldürtüp, katletmesin. Bir öyle bir böyle konuşup yazmasın. Ama en iyisi hiç gönderme. İnansın, inanmasın; insanları sadece iyiliğine, kötülüğüne, yaptığı işlere göre değerlendir.


Dünyadaki adaletsizlik, zulüm, vahşet sona ersin. Sevgi , dostluk, barış, huzur ve mutluluk egemen olsun. Bu dilekçeme cevap gelmezse, ben yine bana verdiğin akıl doğrultusunda gideceğim. Senden başkasına eyvallah etmeyeceğim. Ne Yahudi-Arap kuzenlerinin, ne de insanı Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu edinenlerin yolunda gitmeyeceğim. Dünyada sevgiyi, adaleti, barışı şiar edineceğim. Verdiğin bir ömürlük dünya ise kabullenmekten gayrı çaremiz yok. Varsa eğer ölüm sonrası ister dondur ister yak. Elimden, beynimden gelen bu. Tek yapabileceğim, seni reddetmeyeceğim. Reddedenleri ise asla kötü addetmeyeceğim. Kusurum varsa sen bağışla Tanrım!!


Serdar Kaangil / Bilimsel Felsefe'den alıntı.

23 Eylül 2018 Pazar

Dünya'da benzeri olmayan 10 milyon yıllık fosil Kayseride bulundu

Yamula /Taşhan dan şu ana kadar Türkiyede hiç bulunmamış fosiller çıkmaya başladı. Belki de dünyada da ilk olacakmış.

Şimdilik yaklaşık 230cm (alt dişler)

Literatürde yokmuş

Alt dişler bununki kısa.  Bulunan çok uzun dolaysıyla literatür müze vs de yok

En yakın bu Gomphothere

Ayrıca bu boyutta korunmuş tek parçada dünyada yokmuş!

Diğer pelvis devasa...o da muamma...ve 3toynaklı atlar var...gergedan var

Fin ve Norveçli bilim adamları da şaşkın

Yarın büyük gün. 

Tamamen alçıya alındı. Taşınacak.

Hatırlayacağınız gibi önceki yıl Gömeç’te, geçen yıl da Yamula Barajı civarında yapılan kazı çalışmalarında 8 ila 10 milyon yıllık hayvan fosilleri bulunmuştu. Çekül Vakfı ve Obruk Mağara Araştırma Grubu ile Kayseri'nin yer altı yapılarının envanterini çıkarmak için yaptığımız çalışmalar sırasında bulunan fosillerle ilgili kazı çalışmaları başladı. Bu kazı çalışmaları farklı sahalarda da devam etti. Anadolu’nun doğu-batı ve kuzey-güney doğrultularında bir geçiş bölgesi olması, şimdilerde fosillerine ulaştığımız canlılar içinde tercih edilen bir bölge olduğunu göstermekte. Tek veya sürüler halinde bu canlıların ölmesi ve fosilleşmesi Anadolu’ya son derece zengin bir miras ve ev sahipliği hakkı tanımaktadır. Bu sebeple bugüne kadar yapılan çalışmalardaki zengin kaynaklara, çok daha zengin yenilerinin eklenmesini beklemekteyiz."


Kraliçe Margot

Bu arada dün harıl harıl Fransız tarihi okuyordum…on çocuklu acımasız Katolik Kraliçe Catherine de Medici. Bir biri ardına kral olan üç sarhoş oğlu. St. Barthelmy (Suçsuz Azizler) Katliâmı, Fransa’nın ikiye bölündüğü mezhep savaşları derken, aklıma tam da bu olayları anlatan ‘La Reine Margot’ geldi. Çıktığı 1994 yılında bütün ödülleri silip süpürmüş olan ve o zaman sinemada ölüp bittiğim bu filmi yeniden seyretmem lâzım diye düşündüm. 

Ve biraz önce seyrettim de. Aman Allah’ım, ne büyük bir hayal kırıklığı! Gerçeklerle hiç ilgisi olmayan kurmaca bir tiyatro sanki. Abartılı, teatral diyaloglar. Bir türlü normal bir ses tonuyla konuşamayan, kuyruklarına basılmış gibi viyak viyak bağıran Fransızlar…öf yani. Bir kere gerçek Marguerite de Valois (Margo) kendisini canlandıran Isabelle Adjani’nin onda biri kadar güzel olsa, başka hiç bir şey istemezdi herhalde. Ne Navarre, ne de Fransa Kraliçesi olmayı takardı. O zaman (yani 1994’te) Wikipedia olsa, bu film asla çekilmezdi diye düşünüyorum. Kadının filmde canlandırılan karakterle ilgisi yok çünkü. 

Ne o kadar güzel, ne de dengesiz bir nemfoman. Gayet kültür, sanat hâmisi, beş dil konuşan, fevkalâde edepli, afif bir hanımmış kendisi…Aha bu da gerçek hali. Henri de Navarre ile evlendikleri zaman yapılmış…(1572’de)

By Barış Bilen

Filmde abisini oynayan adama benziyor orijinal Henri de Navarre! Filmdeki aktöre de (Navarre) bayılırım, İstanbul'a gelmişti, Beyoğlu Kaktüs 'de görmüştüm, çoook karizmatik tipik bir ufak tefek Fransızdı

Müzikler, kostümler, mekanlar çok etkileyiciydi. Özellikle katliam gecesi iyiydi. Kilisenin yolladığı katilin gelişini hâlâ hatırlarım, sonra James Bond oldu adam. Ama abartılı ve teatral yorumlarına aynen katılyorum. Yine de konuya dikkat çekmek açısından başarılıydı bence..

By Şeyda Arguner Dana

15 Eylül 2018 Cumartesi

Önümüzdeki 5 yılın kehaneti

Sevgili Başkan’ım RTE’ın kendini Varlık Fonu yönetim kurulu başkanı ataması bence seçimden bu yana en önemli siyasi haberdi. Basında çok yazıldı-çizildi ama en önemli boyut atlandı. Bu atama Türkiye’de kurumların çöküşü ve ihtiyari, yani “burası babamın çiftliği” yönetim anlayışına geçişin en güzel örneği.

Zaten işi başından aşan, bir yanda İdlib için Putin ve Ruhani, öte yanda ekonomiyi kurtarmak için bankalarla uğraşan, üçüncü yanda da BM açılışına hazırlanan bir lider NİYE   ismi olup da cismi olmayan Varlık Fonu sorumluluğunu yüklenir ki?  Gölge bir kuruluşa deynekçilik etmek hangi psikolojik halin tezahürüdür?

 

Biraz Prof Daron Acemoğlu okuyun, bakın size bir de link vereyim. Türkiye’nin çöküşünü AKP’nin bilinçli ya da bilinçsiz kurumları imha etmesine bağlar. Gerçekten de halen burnumuza kadar gömüldüğümüz stagflasyon ve özel sektör borç krizi elbet bir gün geçer, ama Türkiye toplumdaki negatif enerjiyi pozitife dönüştüren  ve sinerji yaratan kurumları rehabilite etmeden asla kalkınamaz.

 

Kalkınmanın temel girdileri nedir?  Beşeri sermaye ve insan gücü, sabit sermaye yatırımı, teknoloji, tasarruf. Bakalım şimdi bunlardan hangisi var bizde. Beşeri sermaye konusunda Levent Gültekin’in bir makalesinden alıntı yapıp sözü kapatacağım:

“İstanbul Milli Eğitim Müdürünün dikkat çektiği “lise çağındaki çocuklar okuma sorunu çekiyor” tespiti…

Üniversite sınavlarında 600 bine yakın adayın sıfır çekmesi ve hiçbir üniversiteye girememesi…

Çocukların Türkçeyi, matematiği öğrenmeden mezun olmaları…

Yani 4 yıllık üniversite mezunu çocuklar Türkçeyi öğrenmeden mezun oluyorlar.

Çünkü Türkiye’nin en iyi, en kaliteli akademisyenlerinin birçoğu ihraç edildi.

Üniversiteler kısırlaştırıldı.

Lisede doğru düzgün eğitim almayan çocuklar üniversitelerde de yeterli eğitim alamıyorlar ve bütün bunların sorunda da kimi yetersiz hakim, kimi yetersiz mühendis, kimi de yetersiz öğretmen oluyor”.

 

Öte yanda Breakthrough Starshot adlı bir projeye milyonlarca dolar yatıran bir Rus zengini, en yakınımızdaki güneş sistemi olan Alfa Sentauri’ye nano-uydular göndermeyi planlıyor. Lazer itmeli foton yelkenleri ile seyredecek  bu mini-uydular 40-50 yılda Alfa Sentauri’ye varıp, gezegenlerin hayata elverişli olup olmadığını kestirecek.  Biz karma eğitimi tartışıyoruz.

Özetle, bu beşeri sermayeyle millet Mars’a gider, biz Kars’a giderken yolda kalırız.

 

Bir ülkenin enflasyon ve cari açık üretmeden daha hızlı büyümesi için özel sektör sabit sermaye yatırımı yapması lazım. Bakalım 2Ç2018 milli gelir istatistiklerine, var mı sabit sermaye yatırımı?  Eğer binaları çıkartırsanız YOK.

 

JCR Avrasya Başkanı Orhan Ökmen 1.000’den fazla şirketi kapsayan taramasının sonunda şunu bulguluyor:    Yatırımları erteleme eğilimi var: Likiditeyi artırmak, mali yapıyı sağlamlaştırmak amacıyla ağırlıklı olarak özkaynağa yönelmek ve yatırım politikalarında değişiklikler yaparak, yatırımları ertelemek veya iptal etmek temel eğilim olarak belirginleşiyor”.

 

Yani, yakın gelecekte de yatırım yapılmayacak, Türkiye yağmura hasret ağaç gibi güdük  kalacak.

 

Peki teknoloji var mı?  Gidin, yazılım sanayinde her hangi bir patronla konuşun, dışarda iş bulan anında vitesi ikiliyor. Geçen sene 450 bin kişi göç etmiş bu diyardan, sizce vasıfsız tekstil işçisi mi bunlar?  Hayır, becerileri dünya pazarında da para kazandırabilecek değerli insanlar. Bıktılar artık bu nadan, baskıcı, cehaleti yüceltip, her soruya “milli ve yerli” cevabını veren gürültücü çoğunluğun  sultasından.

 

Dünya Inovasyon Endeksi’nde 2016’da 43cü sıradaydık, utanılacak bir durum. Teknolojiye bu denli önem verip her projeye para basan hükümet düşünmeli neden diye. Ama  neyse ki, orada kalmadık. 2017’de 50ci sıraya geriledik.

 

Ve en acısı ne biliyor musunuz?  Bu problemleri çözecek zaman kalmıyor,   çünkü Türkiye hızla yaşlanıyor.

“TÜİK’in 2017 yılına ilişkin “İstatistiklerle Yaşlılar” çalışmasının sonuçlarını göre, Türkiye’de 65 ve daha yukarı yaştaki nüfus 2013 yılında 5 milyon 891 bin 694 kişi iken, yüzde 17 artarak, geçen yıl 6 milyon 895 bin 385 kişi oldu.

Yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2013 yılında yüzde 7,7 iken, geçen yıl yüzde 8,5’e yükseldi.

 

Nüfus projeksiyonlarına göre, yaşlı nüfus oranının 2023 yılında yüzde 10,2, 2030 yılında yüzde 12,9, 2040 yılında yüzde 16,3, 2060 yılında yüzde 22,6 ve 2080 yılında yüzde 25,6 olacağı tahmin ediliyor. Konuyu emeklilik yaşı açısından değerlendiren Sosyal Güvenlik Uzmanı Melis Elmen, “Emeklilik yaşının şu anda 65’e kadar yolu var. Günleri tamamlamanıza bağlı olarak daha erken bir emeklilik sağlayabilirsiniz. Eskiden 5 bin, şimdi 7 bin 200 günlerden bahsediyoruz. Bu sebepten dolayı yaş skalası arttı. Çünkü nüfus yaşlanıyor. İster istemez çalışan oranı düşüyor. Genç beyinler yurt dışına çıkıyor. Emeklilik statüsü yaşlı nüfusa kalıyor. Biz bunun daha da artacağını öngörüyoruz.” dedi.

 

Nufüs yaşlanıyor da, gençler iş bulamıyor. Emekliler hızla artarken onların maaşını ödeyecek işgücü artışı bir türlü gerçekleşmiyor. Ben SGK batık diyince küfür yiyorum. BES’e katılıp tasarruf edin deyince alay konusu oluyorum.

Bu nesnel verilere bakıp Türkiye’nin önümüzdeki beş yılını kestirmek öyle kolay ki..  2019 sonunda resesyon biter. Enflasyon iç talep yoksunluğundan %10’lara kadar geriler. Kimsede ithal malı kulanacak para kalmadığı için cari açık da daralır. Belki AKP ABD-AB zoruyla bir takım reformlar yapar, bir kaç gazeteci serbest kalır, gözaltılar denetimli serbestliğe dönüşür.

 

Ama, siyasal İslam kafası Ankara’da hüküm sürdükçe kurumlar restore edilemez. Bu kafa asla gücü merkezden belediyelere, muhtarlıklara, oradan da serbest piyasa ve STÖ’ne dağıtamaz. Türkiye’de toplumun negatif elektriğini sinerjiye, imeceye ve  inovasyona dönüştürecek kurumların yeşermesine müsade etmez. Çünkü bütün bunlar toptan tahakküm ve toplumsal mühendislik projelerine zıt düşer. Odin esirgesin, akıllanıp örgütlenen millet AKP’ye oy vermekten vazgeçer filan.

 

Cehalete tapan, tüm kadroları tarikat üyelerine dağıtıp RTE’den başka kimsenin karar almasına izin vermeyen, “dışardan gelenlerin” fikirlerini hiçe sayan bir zihniyet 21ci Yüzyılın çetrefil sorunlarını çözemez. Stagflasyonu atlatırız, şirketleri de tamir ederiz, ama asla kalkınamayız. Beş yıl, belki 10 yıl fakirleşmeye mahkumuz


Atilla Yeşilada

Yazının içerdiği linklerniçin

Paraanaliz deki orjinal yazı


TOPLUMSAL BİR ANALİZ

"Gelecek" denilen kriz gümbür gümbür geldi!


İtiraf edelim; aslında hepimiz malum kesimin bunu yaşamasını istedik. Biz zaten ezilen, dövülen hapsedilen kesimdik.  24 Haziran gecesi kafamızın üzerinden geçen kurşunların, “koyduk muuuu” ların acısı çıksın istedik.


Şimdi gerçekten serseme döndüler ama çok kişinin beklediği gibi, padişaha geri dönüşü olmadı. O sarayında havalı havalı tropikal ‘yerli ve milli’ içeceklerin tadına bakıyor.


Aslında dönmeyeceği belliydi. Tayyip konusu sosyolojik bir tez. Hayata dair bütün ezikliklerinin, öfkelerinin ve itilmişliklerinin ilacı olarak görüyorlar.


İlk defa cahilliklerinden utanmaları gerekmediği gibi, bunu göğüslerini gere gere söylüyorlar. Geçen twitter’ da profesörün birinin evrim hakkındaki görüşünün altına “okuduğunuz için böyle yahudi piçisiniz” yazmıştı biri. Tabi yazım dili bu kadar net değildi.

 

Cahil olmaktan, şiddetten başka dil bilmemekten, kendince adam yerine konulduğunu sanmaktan inanılmaz mutlu adamlar.


Fakat bu öyle bir histeri ki; milyonların tuhaf bir rövanş isteğinin, yaşayamadığı hayatların ve kıskançlığının, dolayısıyla da öfkenin ete kemiğe bürünmüş hali.


O sarayda kendisi yaşıyor sanıyor, karısının çantası kendisine alınmış gibi seviniyor, kendisi kızına en boktan düğün salonunu tutamazken, onun kızı için İstanbul kapatıldığında gurur duyuyor.


Sevgili Deniz Yurdakul birkaç gündür paylaşıyor. O kadar afallamış durumdalar ki; Bim’ de yapılan zamları, bimere, cimere şikayet ediyorlar. Reisleri yumruğunu masaya vuracak, zamlar gidecek sanıyorlar.  Bim’ in sahibi Latif Topbaş, reislerinin sağ kolu. Hadi onu geçtim, tek adam izin vermeden bu zamları milletin kafasına göre yaptığına inanıyorlar.

 

Ekonomi, adalet, hukuk, eğitim, basın özgürlüğü falan, bunları zerre umursamıyorlar. Tutundukları tek bir umutları var, reisleri. O yüzden habire “yedirmeyiz” diye bağırıyorlar. O koltuktan indiği anda kendilerinin de böyle rahat olamayacağını, birilerinin “hop napıyorsun lan sen?” diyebileceğini biliyorlar.


Senelerce içlerinde tuttukları kompleksleri birer, birer su yüzüne çıkıyor. Bu kompleks Atatürk nefretlerini de açıklıyor. Atatürk’ e bağlı olanların hayatlarını hep onlardan iyi yaşadığını düşündükleri için, geçmişte onların yanında ezildikleri için şimdi garip bir intikam hissi duyuyorlar ama aynı reisleri gibi tıkanıp kalıyorlar. Kendilerine çakma destanlar, alternatif tarihler yaratmaya çalışıyorlar. Koskoca meydan muharebelerinin, bir ülkenin kurtuluş savaşının karşısına 15 Temmuz gibi ne olduğu belli olmayan garabetleri, İzmir Marşı’nın yerine komik, komik türküleri, baştan aşağı asalet kokan fotoğrafların karşısına photoshoplu görgüsüz duruşları koymaya çalışıyorlar.


Olmadığını onlar da biliyor ve daha çok kuduruyorlar çünkü;


Sanat bilmiyorlar. Zaten yapamıyorlar.


Doğa bilmiyorlar. O yüzden nefret edip, betonla sevişiyorlar.


Askerlik bilmiyorlar. Lafa gelince tankın önüne yatıp, realitede 21 günlük bedelliyi yapmamak için sağa sola yalvarıyorlar.


Mizah bilmiyorlar çünkü zeka istiyor.


Fakat en kötüsü;


Aşkı, sevgiyi, sevmeyi bilmiyorlar. Hiç sevilmemişler, hiç kimse sarılmamış, hiç kafalarını okşayan olmamış. O yüzden bu kadar kötüler. O yüzden minicik çocuklara halleniyorlar, o yüzden hayvanların bacaklarını kesiyorlar, o yüzden sağa sola ateş edip can alabiliyorlar. Artık saf kötülüğün vücut bulmuş hali onlar ve ne yazık ki geri dönüşü yok.


Artık çok dikkatli yaşamamız lazım çünkü git gide daha çok açlığa sürükleniyorlar ve aç adam her şeyi yapar ve ne yazık ki “neden açım?” diye sorgulayacak bir beyinleri yok. 


Etten zehirlense “et baronu”


İlaç bulamasa “sağlık kontu”


Çocuğu katledilse “terör odakları”


Tren kazasında ölse “ray arşidükleri”


Hep dış güçler, hep bir başkası, hep hayali düşmanlar.

Hayali oldukları için de, ilk hedefleri gene bizler olacağız. O yüzden artık çok dikkatli yaşamak zorundayız..


S. Korhan Korman


(Alıntıdır)