30 Ekim 2018 Salı

Murphy Kanunları

Murphy kanunları ...( Edward Murphy 1949'da; insan bedeninin en fazla ne kadar ivmeye dayanabileceğini bulmasını sağlaması gereken, U.S. Air Force'un roket nakliye programı için mühendis olarak test alanında bulunuyordu. Çok pahalı olan bu deney sırasında denek üzerine 16 adet ölçüm cihazı bağlandı. Birisinin tüm cihazları yanlış bir yöntemle bağlaması, deneyin başarısız olmasına yol açtı. Bu deneyim Murphy'nin temel kanununu oluşturmasını sağladı.)


"Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir."

"Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir."

"Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır."

"Bir şeyin olma olasılığı, isteme olasılığı ile ters orantılıdır."

"Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi vuku bulacaktır."

"Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir."

"Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi."

"Ne kadar beklersen bekle istenmediği zaman gelecektir."

"Çözülen her problem yeni problemler yaratır."

"Her şey yolunda gidiyorsa, kesin bir terslik vardır."

19 Ekim 2018 Cuma

İşte Atatürk bu toplumu örgütleyip, savaş kazanıp, medenileştirdi..

Ahmet Haşim’in, 3 Eylül 1919 da Anadolu’nun İçler Acısı Halini Anlatan Mektubu

Cumhuriyet’in ve Türk Kurtuluş Savaşı’nın hangi şartlar altında başlatıldığını ve sürdürüldüğünü anlamak adına , 3 Eylül 1919 tarihli bu mektubu iyi etüt etmek gerekir.

Ahmet Haşim’in, 3 Eylül 1919 yazında Manisa milletvekili Refik Şevket beye yazıp gönderdiği mektuptan…

“Sevgili Refik,

İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum. İletişimimizin bu gidişhatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?

Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…

Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir. 

Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde(mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. 

Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim. 

Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar.

 Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir. Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zenbereğidir. Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi. Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride Güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür. 

Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin. Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder. Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım? Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. Fakat, bunlar, nadirlerdendir., Refik. Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. … Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe Heyet-i Teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra İstanbul’a gidiyorum.

Ahmet Haşim 3 Eylül 1919

“ Kaynak: Güzel yazılar-Mektuplar—Türk Dil Kurumu Yayınları(s.67–72)

17 Ekim 2018 Çarşamba

13 Ekim 2018 Cumartesi

Atatürk borç almadan fabrikalar açtımı?

''Atatürk borç almadan fabrikalar açtı.'' söylemi doğru değildir. Dilerim bu söylenmekten vazgeçilir ve gurur yapmadan şunlar okunur, öğretilir... Devlet eğer üretime dayalı bir politika izliyorsa vergi/kredi alır; almalıdır. Atatürk'ün ekonomi politikaları, başlı başına bilimsel bir devrim ve bütün devletlere örnektir. Çok kısa yazacağım için affediniz, durum şöyle izah edilebilir...


Osmanlı döneminde aşarın yanında 12 çeşit ağır vergiler alındı. Evliysen vergi, evli değilsen yine vergi(Resm-i Çift, Mücerred, Arusane, Bennak). Öküzün varsa vergi, kaybolduysa yine vergi(Yave, Adet-i Ağnam). Ekiyorsan vergi, ekmiyorsan yine vergi(Bac-ı Bazar, Çiftbozan). Sefere gidiyorsan vergi, oğlunu sefere gönderdiysen vergi(Resm-i Nüzul, Seferiye-Hazariye). Üretim karşılığı olmayan zam ve vergi ile devlet nasıl ayakta kalabilirdi; ganimetle mi? Cumhuriyetin ilânıyla çiftçinin, üreticinin sırtındaki bu tuhaf vergiler kaldırıldı. Peki devlet neyle beslenecekti? Bakınız henüz 1925'te 682 nolu kanunla yerli tohum bedavaya dağıtıldı. 711.000 hektar arazi, öküzüyle beraber köylüye dağıtıldı. Amelelik gitti, işçi olmak geldi. 1924-1930 arası tarımı destekleme kredisi 17 milyondan 35 milyona çıktı. Çağdaş tarım için tarım okulları açılırken; o okullarda okunabilmesi için millet mektepleri de açıldı. 


Rusya ve Avrupa'dan elbette krediler alındı; sermaye olmadan iş kurulur mu? Rusya'dan alınan krediyle Kayseri, Nazilli, Malatya pamuklu dokuma fabrikaları, Avrupa'dan alınanlarla Karabük demir-çelik gibi fabrikalar kuruldu. 1927'de sanayi teşvik kanunu çıkarılırken; şaşırtıcıdır ki 1930 yılında tahıl ve un ithalâtı yasaklanmıştır. Böylece tahıl üretimi 3 milyon ton arttı. 1935/1938 arası Almanya ile ihracat %15'ten, %44'e çıkmıştır. Dokuma, maden, kağıt, kimya, cam, çimento gibi sektörlerde uygulanılan devletçilik ilkesiyle ile -sadece yerli üretim ile- tüm talebin %80'ini karşılanmış. Tüm bunlar 1929'da dünya ekonomik buhranı sırasında oluyor. İlk 5 yıllık kalkınma planı 1934'te başarıyla uygulandı. Atatürk vefat etmeseydi, 112 milyonluk 2. kalkınma planı yapılacaktı hem de ağır makine sanayiye. Kısaca Atatürk, aldığı bütün krediyi üretime, eğitime, sanata, harcamış; üretim yapıldıkça diğer devletleri Türkiye'ye muhtaç hale getirmeye çabalamıştır. 1500 yıl önce Çin'in ipeği kullanarak Göktürkleri kendisine bağımlı kılması gibi... 1925'te bile dünya fındık fiyatlarını Ordulu fındık üreticileri belirliyordu. 


Kısaca Atatürk sadece vergi alarak, zam yaparak devleti ayakta tutmak yerine; aldığı krediyle çiftçinin daha fazla üretmesini sağlamış, vergiyi bu üretimden almıştır. Böylece hem borç ödenmiş, hem millet, hem devlet zenginleşmiştir. Peki yıllar içinde neden ekonomi zayıflamıştır? Çünkü kendi ineğimizin sütünü sağmak yerine, Amerika'nın süt tozunu satın almak daha kolay geldi. Ayrıntılar için Kafkas Ünv-Atatürk dönemi Türkiye Ekonomisi makalesi, 1982 Ankara Ünv - Atatürk dönemi ekonomi politikası ve Türkiye'nin ekonomik gelişmesi okunmalıdır.


 -Ertürk Özel-

Günün anlam ve önemine dair..

Bir gün ağa en görkemli atıyla ve yanındaki marabasıyla köyün yolunu tutar. Marabanın ata hayran bakışlarını fark eden ağa bir oyun etmek ister. Marabaya seslenir:

-Lan Mehmet! Yerdeki hayvan bokunu yersen bu atı sana vereceğim.

Mehmet bir ata bakar, bir de üzerinde sineklerin uçuştuğu hayvan pisliğine… Normalde yapılacak iş değildir ama böyle fırsat da ele bir kez geçer. Hem kendini aşağılayan ağaya sağlam bir kazık atma, hem de ağanın yedi köyün dilinden düşmeyen, atına beleşten konma imkânı yakalayacaktır. Suratını buruştura buruştura ağzına aldığı pislik parçasını bu gayretle yutar. Ağa şaşkındır. Bunu hesap etmemiştir. Lâkin bir kere olan olmuştur.

Ağa sözünü çiğneyecek geniş karınlılar takımından olmadığı için el mecbur atı maraba Mehmet’e verir; kendisi yola revan olur.

Köye yaklaştıkça ağa iyice huzursuzlanır. Yol eğlencesi kabilinden başladıkları ufak oyun iyice tatsız bir hâl almıştır. Birazdan ata kurulmuş Mehmet’i ve yanında yalın ayak, başı kabak ilerleyen ağayı görünce köy ahalisinin kendine olan saygısı buhar olup uçacaktır.

Mehmet de attan hevesini almıştır. Ağanın huzursuz kıpırdanmalarını da fark edince, oyun oynama sırasının kendine geldiğini fark eder maraba Mehmet.


“Ağam” der, “Köye böyle girmemiz olmaz. Bunca yıllık emektârınım. Kimsenin seni böyle görmesini istemem. Gel şu atı sana geri vereyim.”


Ağanın gözleri parlar. Mehmet’i can kulağı ile dinlemeye devam eder.


-Fakat bir şartım var. şu hayvanın pisliğinden bir avuç da sen yiyeceksin.


Durumun vehametini iliklerine kadar hisseden ağa, Mehmet’in isteğini kabul eder ve gerekli şartı tamamlar.


Yine maraba Mehmet yayan, yine ağa atın üzerinde... Tam köye girmek üzerelerken, Mehmet hikâyenin hülasası olan cümleyi söyler:


-Ağam, at en başta sendeydi. Şimdi yine sende. Peki biz bu boku niye yedik?

8 Ekim 2018 Pazartesi

Eşcinsel Terimler Sözlüğü / Kelavca / Lubunca / LGBT Argosu / Eşcinsel Jargonu‏

Kelav : fahişe 

Lubun : oğlan - kadınsı oğlan


Kelavca / Lubunca 

Yaklaşık dört yüz kelimelik bir dil olan Kelavca/Lubuncanın kökenini 17. ve 18. yüzyıllar arasında köçekler ve tellaklardır. Zamanla gelişmiş ve neredeyse tüm Balkanlara(Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Sırbistan) yayılmıştır.

Günümüzde travestilerce geliştirilen ve birçok LGBT (Lezbiyen Gey Biseksüel Transeksül) bireyin konuşabildiği bir jargon haline gelmiştir.

Kelavca / Lubunca; 

Yunanca, Arapça, Ermenice, Kürtçe , Fransızca  ve Çingene argosundan gelen  kelimelerin harmanlanmasından oluşmuştur


-a-

alıkmak :

(1) yapmak,etmek (yardımcı fiil)

(2) kur yapmak,ilgilenmek,sarkmak

(3) itiraf etmek

albergo : otel 

altım: yanımdaki 


-b- 

balamoz : yaşlı erkek 

balina: asker 

but :  büyük, çok... örn: but şugar (çok güzel), but similya (büyük penis) 

belde : para 

beldeli koli: paralı karşılığı cinsel ilşki

beldeli laço : satılık erkek, jigolo

balamoz:yaşlı erkek.

baron : zengin yaşlı erkek. 

badem: göz

badem şekeri : bahriyeli

babilof : dışkı

beybi (bk. paparon) : polis 

bare : lira, türkiye lirası, TL


-c- 

concon : testisler(hayalar) 

cici : meni 

cici naşlatmak : boşalmak 

cıvır : küçük sayılabilecek kız 


-ç- 

çark yapmak : dolaşmak, aranmak, volta atmak

çarka çıkmak: sokakta dolaşıp koli aramak 

çorlamak : çalmak, hirsizlik yapmak

çorcu : hırsız 

çangal : ayakkabı

çerçeve: yüz


-d- 

digin : 

(1)hem aktif,hem pasif, çift tarafli erkek 

(2) yakışıklı lezbiyen

domez : getir götür işleri yapan


-e- 

elvan : orta boy ( genellikle penis boyutlarını tarif ederken kullanılır)

ezik(yapmak): dövmek,bağırmak,kötü söz söylemek, küfür etmek

emrah : eşcinsel olmayan arkadaş yada cinsellik yaşanılmayan arkadaş


-f-

faraş : çok cinsel ilşkiye girmekten dolayı anüsü genişlemiş


-g- 

gullüm : eglence, gırgır, şamata

gacı : kadin 

gacıvarı : kadinsi 

gerim: ben


-h- 

haputka (putka): kadınlık organı, 

hatay?a gitmek: 31 çekmek (hatay?ın plakası) 

habbe : yemek

habbe alıkmak: yemek yemek

hoy (bk. nakka) : yok  (örnek; koli hoy = koli yok = müşteri yok)


-i-

inci : diş


-k- 

ka : kalite, kaliteli

kelav : fahişe

kür : yalan 

kür alıkmak: yalan söylemek 

kür koli vermek: anal cinsel ilişki esnasında kandırmak , cinsel organı içine almayıp, 2 bacağını kıstırıp arasına almak.

kezban : saf, tecrübesiz, eşcinsel aleme yeni düşmüş 

kaşar : tecrübeli 

kevaşe:orospu

köfte yapmak : karşı tarafın penisiyle oynamak 

koli : 

(1) anal cinsel ilişki

(2) müşteri

(3) yatak arkadaşı

koli kesmek : anal cinsel ilşkide bulunmak

koliye naşlamak: cinsel ilşkiye gitmek, müşteriye gitmek

kürdan : küçük (genellikle penis boyutlarını tarif etmek için kullanılır) örn: kürdan similya (küçük penis) 

kakiz naşlatmak: büyük abdestini yapmak

kolika : makyaj 

kolika alıkmak: makyaj yapmak 

kolitirika naşlatmak: tüyleri kesmek,ağda yaptırmak 

kukiriklenmek : uyumak

kuşka (kuçka) : transeksüel vajinası 

(kadın vajinasına "putka" derler)

künek : götlek, pasif eşcinsel


-l- 

lapış alıkmak : öpüşmek 

lubunya : pasif escinsel 

laço :

(1) aktif

(2) yetişkin aktif erkek (30-35 yaş arasi)

(3) erkek, koca

laçovari : erkeksi 

lavaş alıkmak:

cinsel ilşki öncesi anüs temizliği (Banyoya girilir, su hafifçe açılır ve banyo hortumu anüse dayanır. Su yavaş yavaş bağırsaklara akar. Bir süre su bağırsaklarda bekletilir sonra tuvalete gidip boşaltılır.  Bağırsaklar tamamen temizlenen kadar bu işlem ard arda yaklaşık 3-5 defa yapılır. Amaç anal ilşki esnasında bağırsakların temiz olmasıdır.)

laki: ahlak polisi

lafonten : telefon

 

-m- 

manti : genç aktif erkek (17-20 arasi) 

madi : kötü, fesat, huysuz,pis,çirkin,bela,delilik, kalitesiz, uyduruk, olumsuz

madilik : kötülük, bela çıkartmak,delirmek 

madi şugariyet : kesici delici alet

minco : popo,kıç,anüs 

maydanoz : saç

motofor : dışkı

muş : burun


-n- 

naşlamak :

(1) gitmek,kaçmak

(2) kalkmak

(2) penisin sertlesmesi, ereksiyon

nafta :  (25-30yaş) arasi erkek

nakka : hayır - yok - burada değil - benden bu kadar - pes ettim

nakka trika : tüysüz (sakal yok) - (trika: sakal)

nakinta : çirkin

naciye: esrar


-p- 

paparon (beybi): polis 

piyiz (pi'iz) : içki 

piyiz (pi'iz) alıkmak : içki içmek

pişar naşlatmak: işemek 

papik: kafa yapmak için alınan uyuşturucular

putka : kadin cinsel organi 

puri : yasli escinsel 

pöçük(bk. digin): erkek gibi görünüp koli veren (pasif olan)

peniz: sohbet, muhabbet

peniz alıkmak : sohbet etmek, konuşmak


-s- 

similya : penis 

sipet : oral seks

sipet alıkmak : oral sex yapmak  

sipsi : sigara 

sipsi alıkmak : sigara içmek

sirkaf : ev - cinsel ilşki için uygun ev 

sürüngen : parklarda, barlarda escinsel arayip, onlarin sirtindan geçinen, 

hirsizlik yapan, güvenilmez erkek 


-ş- 

şugar : güzel, hos, tatlı... yakışıklı 

şil : belalı, psikopat

şugariyet : takı, ziynet eşyası

şovşak : bluğ çağı erkek çocuk 

şorşak : çocuk 


-t- 

tita : meme 

tato : hamam 

tikelmek : bakmak

tutmak : hoşlanmak

taliga : araba

talikatör : taksici - arabayı kullanan kişi

tarika : bıyık

trika : sakal

tariz : aşık,sevgili


-v-

vakko alıkmak : telefon numarası vermek


-z-

zırıl zırıl (şırıl şırıl) : tavırları ve hareketleri fazlaca kadınsı olan


-rakamlar ve türkiye lirasının kelavca / lubunca karşılıkları-

1 TL : rib bare

2 TL : ki bare

3 TL : çü bare

5 TL : şeb bare

10 TL : no bare

50 TL : li bare

100 TL : zü bare

200 TL : kizü bare

1.000 TL : ribni bare

2.000 TL : kini bare

1 Ekim 2018 Pazartesi

Atatürk kimin çocuğu ?

Vasilis Dimitriadis, 1955-1984 yılları arasında Selanik’te bulunan Makedonya Devlet Arşivi’nin müdürlüğünü yapmış, Girit Üniversitesi’nden emekli olmuş 86 yaşında bir tarih profesörü.

2010 yılında 80 yaşındayken Yunanistan’daki arşivleri didik didik tarayarak yazdığı “Bir Evin Hikâyesi; Selanik’teki Mustafa Kemal Atatürk’ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler” adlı çalışması Türk Tarih Kurumu tarafından altı yıl sonra basıldı. Aslında 6 yıllık bir gecikmeyle basıldı demek daha doğru.


Çünkü, Dimitriadis 2010 yılında kitabını yazdıktan sonra Selanik’teki Türkiye Konsolosluğu’na teslim etmiş, konsolosluk kitabı ve belgelerin yer aldığı cd’leri Dışişleri Bakanlığı’na, onlar da Türk Tarih Kurumu’na göndermiş. Kitap tarih kurumunun bilirkişileri, çevirmenler, sebebi belirsiz düzeltme talepleri ile altı yıl bekledikten sonra nihayet geçen yıl yayınlanabildi. Gecikmenin sebebi meçhul. Ama üzerine az şey yazılmış bu kitap sayesinde ilk defa Atatürk hakkında “1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi’den” daha fazla şey biliyoruz artık. Profesör Dimitriadis, Selanik Ahmed Subaşı Mahallesi Numan Paşa Sokak No: 6’daki meşhur Pembe Ev’in arşivlerde izini sürerken sadece evle ilgili değil, Atatürk ve ailesi hakkında da ilk defa ortaya çıkan ve bugüne kadarki pek çok şehir efsanesini bitirecek belgelere ulaşmış.


Öncelikle bugün Selanik’te hâlâ Atatürk’ün doğduğu ev olarak ziyaret edilen ama bazı yerlerde “aslında o Atatürk’ün evi değil, sonradan ona yakıştırılmış” denen ev gerçekten Mustafa Kemal’in doğduğu ev. Evin bulunduğu semt Selanik’te Türklerin yaşadığı Bayır adı verilen bölge. Semtin adı Rumeli Beylerbeyi Koca Rasim Paşa’nın yaptırdığı camiden geliyor. Evin bulunduğu bölgede oturan erkekler genelde kereste işiyle meşguldüler. Bu erkeklerden birinin adını iyi biliyoruz; Ali Rıza Efendi. Çocukluğumuzda okul köşelerindeki tek kare resmi dışında ilk defa bu kitapla Ali Rıza Efendi’yi biraz daha yakından tanımış oluyoruz. Kitaptaki emlak kayıtlarına göre onun da mesleği “Keresteci”. Ama daha ilginci kayıtlarda ilk kez Ali Rıza Efendi’nin 18. yüzyıla kadar uzanan şeceresi yer almakta. Şecereye göre Ali Rıza Efendi’nin babasının, yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı Ahmed. Ali Rıza Efendi’nin büyük babasının adı ise Mustafa. Yani Mustafa Kemal’e dedesinin adı verilmiş.

Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ı da daha yakından tanımamızı sağlayan bilgiler var. Zübeyde Hanım’ın ailesi o çağa göre nadir olan kadınların iyi eğitim aldıkları bir aile. Babasının adı Ömer, eşinin adı Halil olan büyükannesi Emine, “Molla” sıfatıyla kayıtlarda yer alıyor. Bu dinî eğitim almış kadınlara verilen bir sıfat. Teyzesi Fatma da “Molla” olarak geçiyor. Zübeyde Hanım’ın annesinin yani Mustafa Kemal’in anneannesinin adı Ayşe, babasının yani Mustafa Kemal’in büyükbabasının adı ise Feyzullah (Onun babasının adı da İbrahim) Zübeyde Hanım’ın meşhur kargaların kovalandığı çiftlik hikâyesinde geçen kardeşi, yani Mustafa Kemal’in dayısının adı ise Hüseyin Ağa. 1899’dan önce öldüğü dışında hakkında fazla bilgi yok…


Farsça “kasımpatı” anlamına gelen çok sık kullanılmayan bir isme sahip olan Zübeyde Hanım’ın belgelerde şahsi mührü de var. Mühürde “cüllat-i güldar-i Zübeyde” yazılı. Yani “İçinde kasımpatı çiçekleri olan palmiye yapraklarından yapılmış sepet.”


Kitaptaki belgelere göre 1875 yılından önce yapıldığı tespit edilen Pembe Ev’in ilk sahibi Ferhad oğlu İskender’dir. Evin üç el değiştirdikten sonra 1877 yılının Aralık ayında Hatice Zarife tarafından 52/72’lik hissesi Keresteci Ahmed oğlu Ali Rıza’ya satılır. Geri kalan hisseleri ise Mart 1878’de Feyzullah kızı Zübeyde alır. Kayıtlarda Zübeyde Hanım’ın eşinin adıyla değil de babasının adıyla geçmesinin sebebi evi satın aldıklarında belki evlenmemiş, belki nişanlı olmaları ya da kayıtlarla ilgili bir sorun olabilir. Ama 1878’de ev toplamda 13.500 kuruşa Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım çiftinin olmuş. Belediyeden bir mimarın gelip ölçülerini aldığını yine kitaptaki emlak kayıtlarından öğrendiğimiz ev, dokuz oda bir mutfaktan oluşan büyük bir konak ve 341 m2’lik bir arsa üzerine kurulu. Üç yıl sonra 1881’de bu evde Mustafa dünyaya gelecek ve sekiz yıl bu evde yaşayacaktır.

Yine kayıtlardan Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın evlerinin hemen yanında beş odalı başka bir ev daha inşa ettirdiklerini de öğreniyoruz. Hatta bu mülkleri daha sonra aralarında paylaştırmışlar ama paylarını ortak kullanmaya devam etmişler. Ta ki 1887’ye kadar...1887 yılında yani Mustafa Kemal 6 yaşındayken Ali Rıza Efendi hayatını kaybeder. Tam ölüm tarihi ve ölüm nedeni kayıtlarda mevcut değil ama mirasının “şeri mahkeme” tarafından tasdik edildiği 13 Nisan 1877’den önce vefat ettiği kesin. 


Keresteci Ali Rıza Efendi’nin mirası eşi, oğlu Mustafa ve kızları Makbule ile Naciye arasında bölüştürülmüş. 


Atatürk’ün az bilinen kız kardeşi Naciye’nin adı ise en son Ocak/Şubat 1888’de emlak kayıtlarında geçmiş. Kitaba göre muhtemelen bundan kısa bir süre sonra hayatını kaybetmiş. Ali Rıza Bey’den kalan miras ailenin o günlerde maddi olarak zor günler geçirdiğini gösteriyor. Defni için 500 kuruş harcanan Ali Rıza Efendi’den Zübeyde Hanım’a 751 kuruş, oğlu Mustafa’ya mirasın yüzde 44’ü olan 1.929 kuruş ve iki kızına da 964’er kuruş kalmış. Tabii bir de ederi 35.010 kuruş olan bir ev. Ama kayıtlarda Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki “Stambul Çarşısı” esnaflarından Nuri Efendi’ye 28.800 kuruş borcu olduğu görülmekteydi. Nuri Efendi mahkemeye başvurarak Ali Rıza Efendi’nin, borca karşılık evini rehin olarak verdiğini iddia eder ve Pembe Köşk’ü ister. 


Mahkemede Zübeyde Hanım bu borcu inkâr eder. Mahkeme kayıtlarındaki belgede Nuri Efendi’nin bariz şekilde sarhoş olduğu ve mahkemeye sunduğu belgenin bağlayıcı olmadığı yazmaktadır. Sonunda mahkeme evin Zübeyde Hanım’da kalmasına karar verir. Ama Zübeyde Hanım eşinin vefatından kısa bir süre sonra küçük evi satar, büyük evi de rehin vererek Mustafa ve Makbule’yi yanına alıp Selanik yakınlarındaki Langaza’daki ağabeyi Hüseyin Ağa’nın yanına taşınır. Ama Mustafa’nın iyi bir eğitim sürmesini isteyen Zübeyde Hanım, onu yine Selanik’teki evlerine yakın teyzesi Fatma Molla’nın yanına gönderir. 1899’da annesi vefat eden Zübeyde Hanım’a teyzesinin oturduğu bu ev miras kalır. Ardından daha küçük bir eve geçerler, 1906’da aile tekrar Pembe Köşk’e döner. Bu arada 1908’de artık bir subay olan Mustafa Kemal’in de aynı mahalleden iki ev aldığını öğreniyoruz. İlginç detaylardan biri de Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Abbas. Günün sonunda Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım, üç evini bırakarak İstanbul’a gidiyor. Ama ikinci eşi Ragıp Abbas Selanik’te kalıyor. Evlerin mülkiyeti için dava açıyor ama kaybediyor. Evler önce terk edilmiş mallar olarak tescilleniyor, sonra başkalarına satılıyor. 1933 yılında Selanik Belediye Meclisi Pembe Evi satın alarak Atatürk’e hediye ediyor. Aslında satın aldıkları evin Zübeyde Hanım’ın mülkü olduğunu bilmeden... Kitap bir polisiye gibi bu evlerin izini sürüyor. 


Ama bence en dikkat çekici yeri Ali Rıza Efendi’nin mirasında bir miktar parası ve ev dışında sıralanan kalemler:

45 kuruş değerinde 6 sof ceket ve bir yelek

20 kuruş değerinde 1 köhne pantol

40 kuruş değerinde 1 palto

20 kuruş değerinde 1 sandık

5 kuruş değerinde Lügat-i Osmani

10 kuruş değerinde Miftah’ul Kulub

Mirastaki son maddede duralım. Miftah’ul Kulub yani “Kalplerin Anahtarı”, Abdülkadir Geylani’nin 15. göbekten torunu Muhammed Nuri Şemseddin Nakşibendi’nin (1801-1863) yazdığı hâlâ daha basılan ehl-i tariklerin en çok rağbet ettiği, tarikat yoluna girenlere okutulan popüler kitaplardan biri.

Şöyle başlıyor:

“Bu eserin derlenip yazılmasına kalkmaya ve başlamaya sebep olan durum şudur: Hicrî 1259 (M. 1843) yılı rebiülâhir ayında, kendi hücremizde teveccüh halindeydik. Bu hâlde bulunduğumuz sırada; Enbiyanın Sultanı Evliyanın Asfiyanın Müttakilerin Baş Tacı Efendimiz Hazretleri zuhur etti. Allah, ona. salât ve selâm eylesin.

Bu hiçbir şey hükmünde olan kula; ihsan, mürüvvet, lütuf ile şöyle buyurdu:

-Nuri, evlâdım, vakitler bir başka oldu. Âşık, sadık, mana yüzünü görmeyi isteyen ümmetlerim; esenlikle yollarını bulup hoşnutluk yoluna bel bağlayarak vuslat sırrına nail olsunlar.

Sofilerden bazısı da; arada vasıta olmadan takvası üzere giderek, yollarını düzeltmek için özlerine bir kabiliyet gelsin. Zira, bir alay kimseler vardır ki; ehlullah kisvesini giymiş, kemer bağlamış, başına taç giymiş, şeriatıma da itibar etmemiş durumdadır. Geçen hâlinden ve tecellisinden söz ederek; ehlullahın yazdıkları risalelerden ve şiirlerden ezberleyip meclis meclis gezip o hâllerden dem vururlar...”

Mirasında çocuklarına bir Osmanlıca sözlükle birlikte bu kitabı bırakan keresteci Ali Rıza Efendi’nin de ehl-i tarik olduğunu (Kadiri ya da Nakşi) tahmin edebiliriz. Mustafa Kemal ise 1925 yılında bu kitabı okuyanların tekke ve zaviyelerini kapatmıştı. Muhtemelen bu kitap da uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer aldı. Bu başlangıcı yüzünden çokça eleştirilen kitabın ancak 1976 yılında Latin harfleriyle basılması bunu gösteriyor. Yine de emin değiliz. Babasından miras kalan kitap hâlâ kütüphanesinde mi diye merak edip Anıtkabir sitesindeki Atatürk’ün kitapları bölümüne bakarsanız, benim gibi bulamayabilirsiniz. Belki de depodadır. Ama Vasilis Dimitriadis’in “Bir Evin Hikâyesi” muhakkak kitaplığınızda olmalı. Kitabı okurken, borç içindeki keresteci babasından az bir parayla birlikte bir tasavvuf kitabı miras kalmış, dedesi Mustafa’nın adını taşıyan, iyi bir dinî eğitim almış güçlü bir annenin himayesinde yetişmiş Mustafa Kemal’in şahsında bütün bir 200 yıllık sorunlar, travmalar gözlerinizin önünden geçiyor. Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açarken arkasındaki levhada Şûrâ suresinin 38. âyeti asılıydı:

“Ve emruhum şûrâ beynehum”... 


Orada emredildiği gibi işlerimizi hâlâ istişare ile yürütmeye, daha çok konuşmaya, birbirimizi anlamaya ihtiyaç var. Çünkü ortak bir hikâyenin çocuklarıyız...